MAI KARŞITI ÇALIŞMA GRUBU

28 NİSAN 1998 TARİHLİ MAI ANLAŞMA TASLAĞININ

ÖZETİ VE YORUMU


Önsöz

“Birbirimizi sevmek zorunda değiliz, ama ...” diye başlayan ve karşılıklı çıkarların en üst düzeye çıkarılması için geçici uzlaşmaları hedefleyen, zoraki birlik ve beraberliği anlatan cümleler vardır. Oysa basit bir beyin jimnastiği ile zaman, zaman söylemlerimizin ve iddialarımızın ne kadar anlamsız ve boş olduğu ayırdına varabiliriz. Farklı ideolojilere, sosyal ve politik görüşlere, farklı dinlere ve inanışlara sahip, farklı ırklara, etnik kökenlere mensup veya farklı cinslerde (kadın-erkek) olabiliriz. Ortak paydamızı ve birincil kimliğimizi oluşturan öge “insan” olmaktır. İşte bu en temel ortak paydadan yola çıkarak, tüm insanların, yeryüzü ölçeğinde eşit haklara sahip olduğu gerçeğini reddeden, etnik, dini ya da cinsiyet farklılıklarını öne çıkararak insanoğlunun varoluş nedenini, neredeyse sadece “sömürenler ve sömürülenler” olarak açıklayan, “bilimin sadece insanlığın ortak gelişimi için varolması gerektiği” gerçeğini yadsıyarak, bilimsel bilgiyi elinde bulunduran azınlıkların, geride kalan çoğunluk üzerinde tahakküm kurmasını meşru ilan eden, yeryüzündeki tüm kaynakların sadece ekonomik kudrete sahip olanlarca ve yine sadece bu zümrenin çıkarları için, çoğunluğun ise ezilip, yoksullaşması ve her geçen gün biraz daha fazla bağımlı hale getirilmesi için kullanılmasını savunan anlayış “kapitalist” sistemin bizzat kendisidir.

Kuşkusuz bu sistem, en temel ortak paydayı oluşturanlar arasında kin, nefret, kıskançlık, rekabet, düşmanlık tohumlarını yeşerterek, azınlığın çoğunluğu yönetmesini kolaylaştırmanın tüm yollarını deneyecek, iktidarını devam ettirmek ve hatta gücünü daha da arttırmak isteyecektir. Burada asıl önemli olan ise, yöneten azınlık ile yönetilen çoğunluğun kimler olduğunun bilinmesi ve tüm insanlığın ortak değerlerine sahip çıkılarak, bu değerlerin hakça bölüşümünün sağlanmasıdır. Bu perspektif ortaklaştırıldığında ise ekonomik addedilen ve paraya endekslenen kıymetler (ürün, mal, hizmet ve hatta sanat, eğitim, sağlık, beslenme ) ile ilgili tüm stratejik, politik kararlarda artık, bu ürünü elinde bulunduranın ekonomik gücü ve karlılığına bakılmaktan vazgeçilmek zorundadır. Sözgelimi, belli bir coğrafyada yaşayan insanların herhangi bir meta’yı “daha ucuza” edinmesi değil, bu “daha ucuz” maliyetin bedelinin kim veya ne ( Başka bir toplum? Doğa ve ekolojik denge ?)tarafından ödendiğinin sorgulanması gerekir. Çünkü aksi taktirde, tıpkı bugün olduğu gibi, hegemonik ve ekonomik güç adına insanlığın yok edilişine seyirci kalınabilir, hatta haklı görülebilir ve bu mantığın bir gün bizi de yok edebileceği gözden kaçırılabilir.

Dünya ekonomisinde yaşanmakta olan küreselleşme ve bölgeselleşme eğilimleri de bu perspektiften ele alındığında sömürü, eşitsizlik ve adaletsizliği şiddetlendiren çeşitli oluşumların varlığı dikkat çekiyor. Bu oluşumların dışında kalmaya yönelik çabaların, belli tehditler kullanılarak etkisiz kılınmasının yanında, oluşumlara dahil olmanın bedelinin de çok ağır olduğu görülebiliyor. Küreselleşme olgusunun destekçilerinin en önemli argümanı toplumun çok dar bir kesitinin yaşam standartlarındaki yükseliş. Ancak bu görece ve kısmi gelişmenin bedelinin ne olduğu ve kimler tarafından, nasıl ödendiği hiçbir şekilde tartışılmıyor. Rekabetin olmadığı, eşit bir dünyada adına bölgesel konsorsiyum denilen bu güç odaklarına hiç gerek olmadığı ise akıllara bile gelmiyor. Tarım ürünlerini bile birer Borsa değeri haline getirip, bu hayati ürünler üzerinde küresel kumarlar oynanmasını ve daha önemlisi tüm insanlığın yaşamı için şart olan bu ürünlerin fiyatlarının dünya tekellerince belirlenebilmesini sağlayan bu anlayış, eğitime ve sağlığa bile birer ticari sektör gibi yaklaşarak “öğrenci ve hasta”yı müşterileştirirken, öğretmeni ve doktoru da tüccarlaştırıyor. “Bunda ne sakınca var” diye düşünenler de çıkacaktır kuşkusuz. Ancak parası olmadığı için ölüme terk edilmek veya aynı gerekçe ile en temel insan haklarından olan eğitim hakkından mahrum edilmek ya da “parana göre eğitim, paran kadar sağlık hizmeti alırsın” anlayışını kabul etmek ve savunabilmek mümkün değildir. İşte kapitalist Sistem en sivri uçlarını törpüleyerek ve sistemi tüm toplumlara benimsetmek amacı ile bir dönem uygulamış olduğu “Sosyal Devlet” anlayışını bugün geldiği aşamada terk ediyor ve daha önce törpülenmesine göz yumduğu bu sivri yönlerini, zor kullanmayı da gündemine alarak geri istiyor ve son planlarını yaşama geçirmeyi hedefliyor.

Bu noktada karşımıza Çok Taraflı Yatırım Anlaşmaları (MAİ v.b.) ve Serbest Ticaret Anlaşmaları (NAFTA, FTAA)nın çıktığını görüyoruz. MAİ’nin dünya halkları için ayrı bir önemi olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu anlaşmaya kadar geçen süreçte imzalanan ve aslında her biri ile MAİ’nin alt yapısını oluşturması amaçlanan yatırım ve Serbest Ticaret anlaşmaları dünya halklarının pek ilgisini çekmemiş ve sadece akademik camia tarafından tartışılan entelektüel konular olarak kalmanın ötesine geçememişti. MAİ ise kendisi ile birlikte tüm eski anlaşmaların dünya halkları tarafından masaya yatırılmasına, kuzey-güney halkları dayanışmasının tesis edilmesine, küresel sermayenin maskesinin düşürülmesine neden olan bir anlaşma taslağı kimliğini kazanmıştır. MAİ anlaşmasının gerek hazırlık sürecinde, gerekse OECD’den WTO’ne aktarılması sırasında ICC(Uluslar arası Ticaret Odası), UNİCE(Avrupa İşverenler Sendikası), IMF(Uluslar arası Para Fonu), Avrupa Komisyonu gibi ulus ötesileşmiş sermaye örgütleri ile Dünya Devi niteliği kazanmış Şirketlerin (Procter&Gamble, ITT, GM, GE, Mercedes, Shell,) OECD, WTO ve kendi ulusal hükümetleri nezdinde bulundukları girişimler dünya kamu oyu tarafından öğrenilmiş, hatta Hükümetler, işveren gruplarından bu yıl sonu ABD’nin Seattle Şehrinde yapılacak WTO Bakanlar Konferansında görüşülmesini arzu ettikleri konuları belirleyip, kendilerine Temmuz-1999 sonuna kadar bildirmelerini bile istemişlerdir. Durum böyle iken, Merkez yada Çevre Ulus Devlet kavramlarının veya entelektüel çevrelerde hala ulus devletlerin emperyalizmi mi, yoksa ulus ötesi şirketlerin emperyalizmi mi tartışmasını sürdürmek ve bunu anlamak için hala yeterli bilgiye sahip olunmadığını düşünmek sadece zaman kaybı olacaktır.

İnancım o ki, bu kitapta yer alan, 28 Nisan 1998 tarihli Orijinal MAİ Anlaşması Müzakere metninin Türkçe çevirisini okuduğunuzda kendinize, “tüm bu dayatmaların hangi sermaye grubunun yararına olduğu” sorusunu sorduğunuzda siz de emperyalizmin net cevabını ve Ulus Devletlerin nasıl bir yapılanmaya kavuşturulmak istendiğini bulacaksınız.

Son dönemlerde ve özellikle de Güney Asya krizinin dünyaya yansımalarının ardından“İşçi ile işverenin aynı gemide olduğu”, bir işyerinin iflas etmesi halinde sadece işverenin değil, çalışan işçilerin de zarar göreceği yönünde giderek yaygınlaştırılan söylemler, MAİ benzeri anlaşmaların işçiler ve sendikalarına kabul ettirilmesi amacı ile de kullanılabiliyor. İşsizlik, ulus devletlerin “gereksiz” kısıtlama ve uygulamalarına bağlanarak, söz konusu anlaşmanın dünyayı krizlerden kurtaracağı, işsizliği azaltacağı ve ekonomilere istikrar kazandıracağı iddia ediliyor. Oysa bu kitap okunduğunda, işçi ile işverenin aynı gemide olduğu bir an için kabul edilse bile, bu anlaşma ile işçilerin ve yoksulların ebediyen geminin makine dairesinde kazana kömür atmaya mahkum edildiği, hatta bundan böyle sadece temiz hava alabilmek amacı ile bile olsa güverteye çıkmalarının yasaklandığı görülüyor. Ve bu düzenin hazırlayıcıları geminin kral dairesinde, üstelik kendi içlerinde son derece örgütlü olarak geminin yönünü tek başlarına belirlemektedirler. Gemi her hangi bir nedenle batma tehlikesi içersine girdiğinde ise, hiç kuşku yok ki kurtarma botları ile gemiyi terk edenler de bu grubun mensupları olacaklardır. Onlar, sadece lüks gemilerini kaybederken, kazan dairesindeki işçiler ve tüm yoksul halk yaşamlarını kaybedeceklerdir. 


MAİ ve Küreselleşme Karşıtı çalışmalar yapmak, ülkemiz ve dünyadaki gelişmeleri yakından izlemek ve sonuçlarını toplumun geniş kesimlerine aktarma amacı ile oluşturduğumuz Çalışma Grubumuz bu kitapla, kuşkusuz emperyalizme cevap aramayı yada emperyalizmi yeniden tanımlamayı hedeflememiştir. Asıl amaç, bu topraklarda yaşayan her insanı ve özellikle kendini İnsan, Doğa ve Emek haklarını savunan yada Vatansever, Demokrat ve Sosyal Demokrat olarak tanımlayan Milletvekillerinin ve Devlet, Hükümet ve Bürokrasinin karar mekanizmalarındaki yetkililerinin bu yayından sonra “Anlaşmayı yeterince bilmiyordum” mazereti arkasına saklanmalarına ve bu anlaşmayı çarpıtıp, farklı biçimde anlatarak toplumu ve kendilerini yanıltmalarına engel olmak ve onları göreve davet etmektir.

MAİ Anlaşmasının hazırlayıcıları bu yılın 30 Kasım-3 Aralık tarihleri arasında ABD’nin SEATTLE Şehrinde yapılacak WTO Bakanlar toplantısında MİLLENNİUM ROUND adını verdikleri yeni bir Round sürecinde (öngörülen süre 3 yıl-2002 sonu) sonuçlandırmak ve Tarımın, Hizmetlerin(Sağlık, Eğitim, Bankacılık, Sigortacılık,v.b.) Liberalizasyonunu, Serbest Orman Kesimi Anlaşmasını(Free Logging Agrement), Yatırımlar adı altında MAİ Anlaşmasını (Bu kitaptaki anlaşma metnini noktası ve virgülünü bile büyük ihtimalle değiştirmeden) ve benzeri 8-9 anlaşmayı bir arada imzalatmayı hedeflemektedirler.

Bu kitapta yer alan “28 Nisan 1998 tarihli Orijinal MAİ Anlaşması Müzakere metni” henüz imzalanmadan ve kapsamının büyüklüğü düşünüldüğünde belki ilk kez Türkçe çevirisi yapılan bir uluslar arası anlaşma niteliğindedir. Bu anlaşma metni, dünyanın bundan sonraki tüm canlı-cansız, emek-sermaye, yurttaş-devlet, v.b. ilişkilerinde ve yaşamımızda belirleyici bir rol oynayacak yada belirleyici bir başvuru kaynağı gibi sunulacaktır.

Saygılarımla,

GAYE YILMAZ


Çok Taraflı Yatırım Anlaşması (MAI): Sanal Devletin Yeni Anayasa Anlayışı

Kapitalist dünyanın temel dönüşüm ve değişim dinamiğini özel mülkiyet altında sermayenin organik bileşimi oluşturmaktadır. Kapitalist emperyalizm, ilk dönemlerde hammadde ve emek kaynaklarına askeri güce dayanarak ulaşmaya çalışmıştır. Daha sonraları, üretimin hızla genişletildiği dönemlerde emperyalist sömürü ticari ilişkiler kanalı ile yürütülmüştür. Bunu izleyen dönemlerde ise, ithal ikameci ve korumacı politikalarla birlikte uygulanan patent anlaşmaları yolu ile çevreden merkeze kaynak aktarılmıştır.

Yerleşik üretim düzeninde ve finansal sürecin henüz bugünkü hızını kazanmamış olduğu evrelerde, emek ve tabiat üretim faktörleri, kapitalist üretim biçimi içinde sermayeyi besliyor olmakla beraber, sermaye ile yakın güce sahip bulunuyordu. Bu dönemlerde, tabiat “vatan” kavramı, emek ise “üretimden gelen güç” söylemi ve aldatmacası ile kutsandı ve bunların sermayenin hizmetine koşuldukları açık edilmedi. Oysa, her iki üretim faktörü de sermayeyi besliyor ve geliştiriyordu.

Toplumun en gelişmiş örgütlü yapısı olan devlet ise, korkunç araçlarla donatılmış ve adeta sermayeyi dengeleyici bir güç gibi gösterilerek, bu ürkütücü gücün denetlenmesi gerektiği savunuldu. Klasik demokrasilerde anayasa böyle bir işlev ile ortaya çıktı. Başka bir deyişle anayasa, devleti kuran, onun organlarını belirleyen ve devlet karşısında bireyin hak ve çıkarlarını koruyan temel yasa olarak ortaya çıktı. Oysa, devlet adı verilen bu ürkütücü aygıt, aslında sermayenin hizmetinde oldu ve onu besleyen temel arter işlevi gördü. Bu işlevini yerine getirirken, sermayenin gücünü ve kendisinin sermayenin hizmetinde olması işlevini fevkalade başarılı bir biçimde perdeleyebilen devlet, korkunç gücünü sermayeye karşı değil, fakat sermaye karşıtlarına yönelik olarak geliştirdi.

Sermaye birikimini emek sömürüsü üzerine kurarken, piyasaları genişletme ve talep yaratma işlevini devlete yükledi. Böylece devlet, talep yetersizliğini gidererek sermaye için olumlu beklentiler oluşturup, yatırımların önünü açmış olacaktı. Böylesi politikaların temel aracı olan “sosyal devlet” dokusunu oluşturan devlet, emekçilerin ve tüm toplumun bilincinin çelinmesinde başrolü oynadı.

Benzer biçimde, kapitalist sistemlerde mülkten arındırılmış devletin siyasal erki finansal bağımlılık yolu ile giderek güçlenen sermayeye bağlanarak, siyasal kararların oluşum ve uygulanışında sermayenin kararları ön plana çıkarıldı. Bu süreç içinde oluşturulan, finansal özerklikten yoksun “parlamenter demokrasi” söylemi ve uygulaması ile, piyasa dışına itilenlerin siyasal süreçlerle sisteme girebilecekleri izlenimi ve aldatmacası yaratılmış oldu.

Batı demokrasilerinde ekonomi ile siyaset birbirinden ayrıştırılmış gibi gösterilerek, uluslararası hegemonik ve sömürgeci faaliyetler ustalıkla gizlenebildi. Böylesi bir algılama çarpıklığı yaratmada temel suçlu, aşırı ve anlamsız bir biçimde tekniğe boğdurulan “mekanik iktisat” öğretisidir. Buna ilaveten, zengin ve güçlü merkezlerde üretilen politika öğretisinin, bu alanı iktisattan ayrı, bağımsız ve sadece politika ajanlarının yürüttüğü teknik faaliyetler ve bunların sonuçları gibi göstermesi de zihinleri bulandırmada ve algılama çarpıklığı yaratmada ciddi bir rol üstlendi.

Daha çok yerleşik ve görece siyasal bağımsızlığa sahip devletlerin yer aldığı emperyalizmin bu birini aşamasında, uluslararası sömürü askeri, ticari ve ithal ikameci politikalarla yürütüldü. Böylece, eş düzeyli sermayeler arasındaki çatışma açığa çıkmadı ve ulusların göreceli bağımsızlığı korunabildi. Ancak, ulus devletlerin göreceli bağımsızlıkları onların çeşitli yollarla merkez sermayeye kaynak aktarımını engellemedi. Tam tersine, kuzey-güney çatışması olarak gündemi işgal etmiş olan gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler ilişkisi daima göreceli olarak birincilerin lehine sonuç vermiştir. Sosyalist blokun dünya sahnesindeki dengeleyici rolünün böylesi göreli bağımsızlık ve rahatlığın sağlanmasındaki rolü de gözardı edilemez. Başka bir deyişle, doğu-batı çatışması, bir anlamda kuzey-güney ilişkisinin belirli bir dengede tutulmasında ciddi boyutta etkili oldu.

Emperyalizmin birinci aşaması, kendi içinde farklı evreler geçirdikten sonra, günümüzde ömrünü tamamlamış gibi görülmektedir. Bu dönüşüm, bir yandan sermayenin değişen organik bileşimi sonucunda üretim teknolojisinin değişmesinden, diğer yandan da, finansal operasyonların günümüzde kazanmış olduğu alan ve hızdan kaynaklanmaktadır. Günümüzde emek ve tabiat yanında, onlardan çok güçlü ve hem emek hem de tabiatı değiştirebilen üçüncü üretim faktörü olan sermaye ön plana çıktı ve bu faktör tüm diğer faktörler üzerinde hegemonik güç ve etki sağlamaya başladı. Sermaye, ölü-emek ve onun teknolojiye dönüşmüş hali olarak, üretim teknolojisini değiştirip, vatansızlık niteliğine ve diğer üretim faktörleri üzerindeki hegemonik gücüne dayanarak, üretim ve tüketim alanlarını tüm dünya sathına yaymaya başladı. Bu yayılış devlet ve anayasa kavramlarının değiştirilmesine neden oldu. Artık yeni dünya fedaral devletinin temel unsuru sermayedir, teknolojidir. Sermaye, belirli bir toprak parçasına gereksinme duymadığı için, bu sanal devletin sınırları yoktur ya da tüm dünyadır. Sözkonusu sınırsızlık, yeni üretim ve iletişim teknolojisi yardımı ile tüm dünyayı sermayenin emrine vermektedir. Günümüzde dillendirilen “küreselleşme” sözcüğünün ekonomik yorumu budur.

Sanal devletin anayasası klasik anayasaların işlevini de tersine çevirmiştir. Yeni anayasa, salt sermayenin çıkarına yönelik ekonomik hükümlerden oluşmakta ve bireylerin devlete karşı haklarını değil, sanal devletin sahiplerinin kendilerinin dışındaki bireylere ve kurumlara karşı fiili üstünlük ve yetkilerini belirleyip, koruyacaktır. Bir tür “federal anayasa” niteliğindeki yeni anayasa, doğal olarak, yeni sanal federal devlet bağlamında eyaletler konumuna indirgenen ulus devletleri de kendi doğrultusunda yeniden şekillendirecek idi. Eski ulus-devletler kendi özerkliklerinden uzaklaştırılıp, yeni federal anayasaya uyarlanacaklardır. Çok Taraflı Yatırım Anlaşması’ndaki tüm üye devletlerin yasalarını MAI’ye uyduracakları ve ondan sonra devamlı olarak bu yönde yasamaya gidecekleri yönündeki “mandallama” hükmü federe devletlerin hukuk sisteminin federal anayasaya uyarlanmasından başka birşey değildir.

Sanal devlet, gevşek ilişki içinde olarak, günümüzün gelişmiş ülkeleri üzerinde konuşlanmaktadır. Bu merkezler tüm dünya sathında kurulan sanal devletin merkezi olacaktır. ÇTYA bu merkezin çıkarlarının çevreye ve tüm sanal devlet sathına yayma ve böylece, bir tür anlaşma ve uzlaşma görüntüsü içinde merkezi sermayenin çıkarlarını korumaya yöneliktir.

ÇTYA’nın ikili bir işlevi olacağı anlaşılmaktadır. Bir yönü ile ÇTYA, sermayenin ulusal veya uluslararası düzeyde ve giderek güçlenen hegemonik ilişki içinde, dikte ettiği kuralları açıkça kurallaştırmayı amaçlamaktadır. Böylece, sermaye artık örtülü biçimde devletin koruma aracılığına gereksinme duymadığını ifade etmektedir. Hal böyle olunca, kapitalist dönüşümü ile mülksüzleştirilen ve mali bağımlılık yolu ile siyasal kararlarda hareket serbestisi sınırlanan devlet, ÇTYA ile daha ileri bir bağımlılık ilişkisi içine taşınmakta ve sermayenin mutlak denetimine alınmaktadır. Bu gelişme sadece gelişmekte olan devletler için değil, gelişmiş ekonomiler devletleri için de geçerlidir. Böylece sermaye, devlet aygıtı ile çatışmakta ve ona üstünlüğünü kabul ettirmeye çalışmaktadır. ÇTYA’nın bir tür uzantısı niteliğindeki “tahkim” konusu böylesi bir gelişmenin temel göstergesidir. Devlet aygıtının sermayenin mutlak hakimiyeti altına girmesi, sermaye-toplum çatışmasında devletin sermayenin yanında yer almasına ve toplum üzerinde varolandan çok daha şiddetli baskı unsuru olması sonucunu doğuracaktır. Günümüzün ulus-devletlerinde gözlenmesi olası değişim de bu yönde olarak, kavramın başındaki “ulus” sözcüğü kalkacak ve devlet merkezi sermayenin bekçi örgütüne dönüşecektir.

ÇTYA’nın ikinci yönü ise, sermayeler arasındaki çatışmaları ortadan kaldırmak, sermaye dışı kesimlerin pazarlık gücünü sınırlamak ve böylece tüm rantların sömürülmesini sağlamaktır. “Milli İşlem İlkesi” ile “En Fazla Tercihli Ülke İlkesi” tüm sermayeyi eşit işlem çizgisine taşımaktadır. Doğal olarak böylesi bir eşitleme, güçlü sermayenin güçsüzleri ortadan kaldırması sonucunu doğuracaktır.

Tüm dünya sathını kapsayacak sanal devlet ve yeni federal anayasa, açıktır ki, periferik konumlu ülkeleri merkeze kaynak aktarıcı bir işlevle yükümlü kılacaktır. Kapitalist birikimin doğası gereği, böyle bir küreselleşme merkezi güçlendirip, çevreyi eriterek, kutuplaşmayı hızlandıracaktır. Yararların merkeze taşındığı, maliyetlerin ise çevreye saçıldığı bir ortamda, çevre dokuda devletin işlevi değişecek ve demokratikleşmeden uzaklaşılacaktır.

ÇTYA’nın tamamlayıcı yargı yeri olarak dayatılan “tahkim” hükmü ile, kamu yararı doğrultusunda devletin temel düzenleme ve denetim işlevlerinin ortadan kaldırılmasının da, bu anlaşma ile oluşturulan, salt sermayenin çıkarlarını korumaya yönelik federal anayasa anlayışının bir sonucudur.

Böylesi bir bakış açısı, dünya çapında kurulmaya çalışılan sanal devletin temel sahiplerinin güçlü sermaye olduğunu ve sermayenin de artık devlet aygıtının arkasına sığınmaya fazla gereksinme duymadığnı, kendi çıkarı doğrultusunda kendi kurallarını koyduğunu ve bunu da bir yandan anayasa olarak adlandırıp, diğer yandan anlaşma gibi sunarak aba altından sopa gösterdiğini ve dayattığını açıkça ortaya koymaktadır. Sermayenin güçlenip, birikim ve teknolojiye ulaşma yönünde önünü açma çabası üçüncü paylaşım savaşı olarak algılanmalı ve yorumlanmalıdır. Ne var ki, bu savaş topraklar için ve topraklar üzerinde yapılmamaktadır. Bu savaş, birikim ve teknolojiye yönelik olarak, finans alanında ve finansal araçlar lazer silahı olarak kullanılarak gerçekleştirilmektedir. Bunun karşısında güçlü sermaye dışı tüm kesim ve örgütlerin birleşerek, ÇTYA’nın oluşturulmamasına çalışması gerekmektedir.

Prof. Dr. İzzettin ÖNDER

İstanbul Üniversitesi  İktisat Fakültesi  


Önümüzdeki 1000 yılın Anayasası

“Eğer gelişmekte olan dünyanın çıkarları doğrultusunda uluslararası bir hukuk sisteminin en önemli parçası nedir diye soracak olursanız, bunun tek bir cevabı vardır: Yabancı yatırımların tek bir elden yönetilmesini sağlayacak kapsamlı bir yatırım anlaşması.”

Uluslararası Ticaret Odası (ICC) Genel Sekreteri Maria CATTAUİ

Nasıl ki ticari sermaye birikimine sahip Museviler’in İspanya’dan kovulduğu, yeni kıta arayışlarıyla birlikte Avrupa’nın kıymetli maden akımına uğradığı 500 yıl öncesi hatırlandığında kapitalizmin oluşumunu algılamak kolaylaşıyorsa.....

Son çeyrekte iletişim teknolojisindeki hızlı gelişimle birlikte bilgi, işlem ve haberleşmenin yaygınlaşarak ucuzlamasının ardında sermayenin krizine çözüm yaratmak olduğunu hatırladığımızda da kapitalizmin geleceğini öngörmek kolaylaşmaktadır. Özellikle de Uruguay Roundu’nun sonucunda kurulan Dünya Ticaret Örgütü (WTO)’nun içerdiği Anlaşmalar ve Yapısal Reform adı altındaki uyum programları izlendiğinde!

Hatırlanacağı gibi, ekonomi tarihinin “en uzun süren, en çok ülkenin katıldığı ve en kapsamlı uluslararası pazarlık” olan Uruguay Roundu’nun hukuki sistemini oluşturan temel anlaşmalar ile mal, hizmet ve fikri mülkiyet hakları “Çok Taraflı Anlaşmalar” başlığı altında düzenlenmiştir. İmzalanan anlaşmaların hepsi de 1995’de OECD tarafından çalışmaları başlatılan “Çok Taraflı Yatırım Anlaşması” (MAI) ve benzeri bir anlaşmanın temellerini oluşturmaktadır.

Dolayısıyla, 2’nci 1000 yılın ilk yarısı biterken yaşananlar nasıl kapitalist sistemin ekonomi ve hukukunun temellerini oluşturduysa son yarısı biterken tanık olduklarımız da önümüzdeki 1000 yıla şimdiden ayna tutmaktadır. WTO’nun komisyon raporlarına göre bu anlaşmalar:

“...bizlere esnekliğe, kuralsızlığa dayalı, ülkeden ülkeye ve aşağıdan yukarıya bir anlayışla düzenlenen yatırım anlaşmalarının olağanüstü etkili olabileceğini kanıtlamıştır.”

Sermaye krizine küreselleşerek çözüm ararken....

Hatırlanacağı gibi, kapitalist sistem 2’nci 1000 yılın son yüzyılına krizle adım atmış; 1914’teki I. Paylaşım Savaşı krizin aşılmasında etkili olamamıştı. Kriz 1920’de Tokyo Borsası’nın düşmesiyle başlayıp 1929 Büyük Dünya Bunalımı’yla tırmanmış, II. Paylaşım Savaşı’nda panzehirini bulmuştu. Zaten, savaşın hemen ardından kurulan Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu (IMF) benzeri bir krizle karşılaşılması halinde sermayenin garanti altına alınması ve krizin dış borç kredileri yoluyla az gelişmiş ülkelere transferi amaçlanmıştır.

Ne var ki, 1960’ların ortalarından itibaren verimlilikle birlikte karların artış hızı da gerilemeye, sermaye birikimi daralmaya başlamıştır. Keynezyen teorinin sermaye birikimi yetersizliği sorununu çözmekte yetersiz kalması kriz sürecinden sadece pazarların genişletilmesi yoluyla çıkılamayacağı göstermiştir. Krizin çekirdeğinde sermaye birikimi yetersizliği yattığından aşılması sermayenin özgürleşmesini; yani en çabuk ve en kolay nemalanacağı alana girip çıkabilme olanaklarının yaratılmasını; yani küreselleşmesini gündeme getirmiştir.

Daha açık bir ifadeyle, sermayenin girdiği ülkede üretimden pazarlamaya kadar mülkiyet edinme de dahil olmak üzere hiçbir sınırlama ve denetimle karşılaşmamasını sağlayacak kuramsal ve kurumsal düzenlemelerin yapılması gerekmektedir. Zaten Uruguay Roundu’nun hukuki sistemini oluşturan anlaşmaların başında gelen Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT 1994)’nın temel ilkeleriyle MAI’nin eksenini benzer ilkelerin oluşturması da aynı nedenledir. Yani, GATT ile uluslararası mal ve hizmet ticaretindeki sınırlar kaldırılırken MAI ile de yatırım ve üretim cephesi düzenlenmektedir.

GATT’ın temel ilkelerine göre:

* Ülkeler ulusal sanayilerini dış rekabete karşı korumaları (Yerli Endüstrinin Tarifelerle Korunması) kabul edilmekle birlikte bunun “düşük düzeydeki gümrük tarifeleriyle yapılması kararlaştırılmış”, birkaç istisna dışında miktar kısıtlamasına gidilmesi yasaklanmıştır.

* Ülkeler yerli sanayilerini korumak amacıyla uyguladıkları tarifeleri (Tarife Taahhütleri) tekrar yükseltmemek üzere indirmek ve kaldırmak zorundadır.

* Ülkeler arasında ithal ve/veya ihraç edilen malların tabi olduğu gümrük tarifelerindeki farklılıklar ortadan kaldırılarak (En Çok Kayrılan Ülke Kaydı) farklı ülke menşeli arasında ayırımcılık yapılması yasaklanmaktadır.

* İthal edilmiş ürünlerle bunlara eş yerli ürünler arasında ülke içi vergiler ve kuralların uygulanmasında (Ulusal Muamele İlkesi) ayırımcılık yapılması yasaklanmaktadır.

Yukarıda yer alan ilkelerden de anlaşılacağı gibi Dünya Ticaret Örgütü (WTO)’nun bir parçası olan GATT anlaşmaları doğrultusunda sadece yerli ürünlerin yabancı ürünler karşısındaki rekabet gücü ve pazar payı kaybolmamakta; ithalat üzerinden alınan vergiler kaldırıldığından devletin gelir kaynakları da olumsuz etkilenmektedir.

Çok taraflı yatırımların anayasası niteliğindeki MAI metninin eksenini oluşturan ilkeler ise çok uluslu, az uluslu ve de ulusötesi sermayenin GATT’la kazandığı ticari üstünlüğe ekonominin bütününü kapsayacak bir yapı kazandırmaktadır. Böylelikle kapitalizm, sermaye birikimi yetersizliğinden kaynaklanan krizinden çıkarken üretimden pazarlara, ulus devletin işlevlerine kadar emperyalizmin bir üst aşamasına geçmektedir.

 

Emperyalizmin Yeni Basamağı: MAI

Kapitalist sistemin sorunu sermaye birikimi yetersizliğinden kaynaklandığından çözüm, yani karların maksimize edilmesi doğal kaynakların maliyetinin sıfır, emeğin maliyetinin düşük tutulmasına bağlıdır. Bu tür bir çözüm yolu sermayenin hiçbir yasal engelle karşılaşmamasına yani devletin müdahaleci ve koruyucu kimliğinden çıkmasına ekonomik düzenlemedeki yerini piyasa mekanizmasına bırakmasına bağlıdır. Başka bir deyişle, devlet:

* üretim ve fiyat mekanizmasındaki belirleyiciliğinden;

* yerli sermayeyi çeşitli teşviklerle yabancı sermayeye karşı korumaktan;

* ülke kalkınmasına pozitif katkı sağlaması için firmalara üretimin belli bir bölümünü ihraç etmekten;

* yabancı sermaye girişini kontrol etmek için sermayenin üretime geçeceği sektörleri belirlemekten;

* sosyal sigorta ve güvenlik sistemini belirlemekten; vazgeçmektedir.

Böylelikle, devlet toplum için zorunlu mal ve hizmetler de dahil olmak üzere, üretim ve fiyatlandırılmasından çekilmekte gelir dağılımını düzenleme işlevini fiyat mekanizmasına bırakmaktadır. Fiyat, üretimde kullanılan hammadde ve aramalından emek faktörüne kadar belirleyici etken haline dönüşmektedir. Sermayenin hedefi karların artış hızının yükseltilmesi olduğundan fiyat doğal kaynakların kullanımında da temel belirleyici olmakta; madenlerden enerji kaynaklarına kadar ülkenin doğal kaynakları en düşük, hatta sıfır maliyetle kullanıma açılmaktadır. Emek ile üretim arasındaki bağ kopartılarak emeğin sınıfsal niteliği değiştirilmekte; çalışma standartları çok uluslu ve ulusötesi firmaların önceliklerine göre oluşturulmaktadır.

Özellikle MAI, uluslarüstü sermayenin girdiği ülkede üretimden pazarlamaya kadar mülkiyet edinme de dahil olmak üzere hiçbir sınırlama ve denetimle karşılaşmadan yeralabilmesi için hükümetlerin ortak paydada uzlaştığı yasal bir düzenlemedir.

MAI’nin Siyasi Düzeni ve Gelecek 1000 Yılın Hukuku:

Sermayenin rahatça nemalanacağı ortamın yaratılması, öncelikle ulus devletin varlığına ve de gücüne bağlıdır. İlk bakışta küreselleşmeye karşıymış gibi görünen bu durumu uluslararası sermayenin çıkarlarının korunması şeklinde değerlendirildiğinde dişlilerin birbirine oturduğu görülecektir.

Zaten MAI metninin eksenini oluşturan temel ilkeler de bunu açıkça ortaya koymaktadır. Üretimden finansa kadar tüm ekonomik faaliyetleri kapsayan bu ilkelerden:

Ulusal Muamele İlkesi’ne göre: Anlaşmaya taraf olan ülkeler, anlaşmaya taraf olan diğer ülkenin yatırımcılarına ve onların yatırımlarına kuruluş, işleyiş, genişleme, yönetim, kullanım, uygulama ve satış veya yatırımların diğer kullanımları sırasında kendi ülkesindekilere uyguladığından daha az avantajlı bir muamele uygulayamayacaktır.

En Çok Kayrılan Ülke İlkesi’ne göre ise: Anlaşmaya taraf olan her bir ülke, başka bir anlaşma tarafı o lkenin yatırımcılarına ve onların yatırımlarına, bir başka ülkenin yatırım ve yatırımcılarına uyguladığından daha az elverişli bir muamele uygulayamayacaktır.

Dahası, anlaşmaya taraf olan her bir ülke, başka bir anlaşma tarafı ülkenin yatırımcısına her bir olay bazında bu ülkelerden hangisi daha elverişli ise onu uygulamakla zorunludur.

Böylelikle sadece yerli yatırımcı ulusötesi sermayenin yatırımları karşısında güçsüz bırakılmamakta, devlet kendi üretim ve gelir kaynaklarını yönetmekten de vazgeçmektedir. Az gelişmiş ekonomilerin kendi aralarında kuracakları ittifakların da önüne geçilmekte doğal serbest pazarlar haline dönüştürülmektedirler.

Nasıl ki 15 yüzyıl öncesinin toprak sahipleri, iktidar erkine sahip olmak için kendi güvenlik kuvvetleriyle kaynakları yönetip devletin hukukunu kendi çıkarları doğrultusunda oluşturdularsa bugün de sermaye benzer yöntemlerle egemenlik ilişkilerini düzenlemektedir. “Yatırımlarla İlgili Uzlaşmazlık Çözüm Merkezi” (ICSID), “Çok Taraflı Yatırım Anlaşmalarını Garantileme Ajansı” (MIGA) yoluyla aynı denetimi sürdürmekte “uluslararası tahkim” yoluyla da sermayenin egemenlik ilişkilerini düzenlemektedir.

Taraflardan birinin MAI koşullara uymaması halinde ortaya çıkan uzlaşmazlıkların çözüm yeri ise uluslararası tahkim kuruluşudur. Uluslararası tahkimde kamusal çıkarlara öncelik tanınmadığından, firmalar uluslararası hukuk yoluyla hem özgürleşmekte hem de önemli maddi tazminatlar almaktadırlar. Yabancı bir ülkeye yatırım yapan yatırımcı, o ülke devletinin karar ve uygulamaları nedeniyle zarara uğradığından zararın tazmin edilebilmesi için yatırım yaptığı ülkenin devletine dava açabilecektir.

* Uluslararası tahkim kurulunun üyeleri “Uluslararası Yatırım Uzlaşmazlıkları için Çözüm Kurulu (ICSID) tarafından önerildiğinden;

* Tahkim kurulunun kararları yatırımcı haklarının çiğnenip çiğnenmediği kriterine göre biçimlendiğinden;

* Kurul üyelerinin hukukçu olması şartı bulunmadığından hukuk kurumu olarak tanımlanması olanaksızdır.

Ne var ki, WTO’nun kuruluş hükümleri yabancı yatırımcıya, devletlerarası yani “Çift Taraflı Yatırım Anlaşması” (BIT) doğrultusunda yapılan bir yatırım sırasında çıkacak uzlaşmazlıkların çözümü için uluslararası tahkimi doğrudan adres göstermektedir. Dolayısıyla, ulusötesi bir yatırımcı “küreselleşmenin anayasası” diye tanımladığım MAI anlaşmasının imzalanmasını beklemeden de yatırım yaptığı ülkenin devletini kendi çıkarlarını zedeleyerek zarara uğrattığı savıyla mahkemeye verebilmektedir.

Artık sistem:

* doğal kaynakların marjinaline gelindiğini;

* yenilenebilir kaynakları üretmenin maliyetinin hiç de küçümsenmeyecek boyutta olduğunu;

* ucuz ve baskı altında çalıştırılan emeğin nitelik ve verimliliğinin düşük olduğunu;

yaşam standartlarının düşük olduğu toplumlarda politik muhalefet odaklarının daha çabuk örgütlenerek kitleselleştiğini;

bilincinde. Dolayısıyla geçmiş kriz dönemlerinde olduğu gibi sadece emek ve doğal kaynakları karşılıksız ya da ucuz kullanarak maliyetleri düşürmekle kalmıyor hukuki ve siyasi mekanizmalarıyla da bunu yaşam biçimi haline getiriyor. Nasıl mı? Sermayenin “köstebek sendromu”nu sürdürebilmesi için hükümetleri anayasal değişiklikler yapmaya zorlayan ekonomi politikaları dayatarak.... Sivil örgütlenmeler yoluyla siyasi partiler, sendikalar ve uluslararası finans kurumları arasında toplumsal uzlaşma alanı yaratarak!

Prof.Dr. Türkel MİNİBAŞ



Ana Sayfaya Dönüş


 

Bu sayfalar Birleşik Metal-İş Sendikası tarafından hazırlanmıştır.