DÜNYA SERMAYESİ İŞÇİ HAKLARINA YENİ BİR DARBE DAHA İNDİRME
HAZIRLIKLARI İÇERSİNDE
DÜNYA TİCARET ÖRGÜTÜ (WTO) MİLLENİUM ROUND
TOPLANTISI
Emekçilerin son 20 yılını ipotek altına alan tüm küresel ticaret ve yatırım anlaşmalarının
ilk temeli 1979 yılında Fas'ın Marakeş kentinde yapılan toplantıda atılmıştı. Bu
toplantı ,Tokyo ve Uruguay Raundları ve GATT anlaşmaları olarak tanıdığımız,
sermayenin serbest dolaşımını hedefleyen ticaret, gümrük tarifeleri ve yatırımlara
ilişkin anlaşmalar ile ilgili kararların ilk adımını oluşturuyordu. Dünya
sermayesi ulus devletlerin ekonomiden çekilmesi ve piyasaların denetimsiz olarak kendi
menfaatlerine açılabilmesi için bir dizi yasal değişiklik talebi ile oturdu anlaşma
masasına. Görünüşte pazarlıklar Devletler arası yürütülüyordu ama talepler
analiz edildiğinde bu dayatmanın hangi taraftan geldiği gün gibi ortadaydı. Dünya
Kuzey ve Güney olarak iki kutba bölünmüş Kuzeyin Zenginler Kulübü olarak bilinen G7
ülkeleri, kendi ülkelerinin sermaye gruplarının talepleri karşılığında kapılarını
az gelişmiş ülkelere açma (ihracat olanaklarını genişletmek için), yabancı yatırımcılar
ve ihracatçılar önündeki ulusal engelleri kaldırma sözü veriyorlardı az gelişmiş
dünyaya.
Peki karşılığında güney yarım küreden bekledikleri nelerdi ?
Devlet işletmeleri (KİT'ler) hızla küçülecek, tarım, eğitim, sağlık gibi temel
konulardaki Devlet destekleri azaltılacak ve ülkeler özelleştirmeye hazır bir ortam
haline getirilecek. Ancak gelişmiş dünya bu taleplerde bulunurken önemli bir uyarıda
bulunmayı da ihmal etmiyordu: " Atılması gereken adımlar mutlaka bir takvime yayılacak
ve böylece halkların bu oyunu anlayarak tepki göstermelerine engel olunacak. Herkes
gelişmeleri, Devletin ekonomiden anlamadığı, Kamu sisteminin zaten kirli olduğu ve
Devletin zaten güçsüz olduğu tezlerine bağlayacak. Bu süreç içersinde gelişmiş dünya
az gelişmişlerin her türlü yatırım ve ticaret kuralını, çevre ve insan-işçi
hakları normlarını ihlal etmesine sessiz kalacak, örneğin kayıt dışı ekonominin
gelişmesi, çocuk işçiliğin yaygınlaşması teşvik edilerek Devletlerin vergi
gelirlerinin azaltılması sağlanacak."
İşte 24 Ocak 1980 kararları olarak ekonomik ve sosyal tarihimize kazınan ve kısaca
"kazanılmış hakların gasp edilmesi"ni karara bağlayan anlaşma, bir yıl öncesinde
Marakeş'te verilen sözler ve atılan imzalara uyum amacı ile atılmış bir adımdı.
Gerçekten uyarılar dikkate alındı ve çoğunluk algılamadan ekonomik sistemde yapılan
çok ağır değişiklikler yavaş yavaş yaşamlarımızda kendini hissettirmeye başladı.
Medya'nın da yardımı ile Devletin çökertilmesi ve kamu oyunun ikna edilmesine yönelik
harekat başlatıldı. Öyle ki artık insanlar ne bu hızlı çöküşün nedenlerini
sorguluyor ne de sistemdeki aksamaların toplum lehine nasıl değiştirilebileceğinin
cevaplarını arıyordu. Gelişmeler tam istendiği gibi yaşanıyor, toplum sessiz, sedasız
ve tam bir teslimiyet içersinde dayatma söylemleri benimsiyordu : KİT'ler bu ülkenin sırtındaki
kamburlardır, Sosyal Güvenlik Sisteminden insanlar yararlanamıyor, özelleştirilmelidir,
Devlet yapıları kirlidir çözüm tamamen özel teşebbüslere dönmektir ve daha
niceleri.
Bu 20 yıllık sürecin daha başlarında Ülkemizin güney doğusunda patlak veren kirli
savaş istenen değişime istenen yönde ivme kazandıran unsurların başında geliyordu.
Devlet bütçesinden KİT'lere, tarıma, sağlığa, eğitime vb. toplumsal alanlara ayrılan
ödenekler, yerini savunma harcamalarına terketti.
Bu arada Türk Parasını Koruma kanunu kaldırıldı ve topluma TL'nin Dolar gibi
konvertibl, değerli bir para birimi haline getirildiği söylendi. Sabit kur sisteminden
vazgeçildi, Merkez Bankası günlük devalüasyonlar yapmaya başladı ve bilindiği gibi
Döviz alım-satımlarının kolaylaşması için Döviz Büfelerinin kurulmasına izin
verildi.
Bu arada para ve sermaye piyasalarının gelişmesi ve sermayenin reel yatırımlardan vaz
geçerek rant sistemine dönmesi hedefinin önünü açacak önemli adımlar da atılıyordu.
Bu hızlı değişimin ilk kaosu ise askeri darbenin hemen sonrasında yaşanan
"Banker krizi" olacaktı. Binlerce küçük tasarrufçunun tasarruflarının bir
anda yok edildiği , Bankerlerin birbiri ardına iflas talebinde bulunduğu hatta bazı
Bankaların bile kapatıldığı (Hisarbank, Odibank) bu "kriz" döneminin ardından
1982 yılında Sermaye Piyasası ve 1986 yılında da İstanbul Menkul Kıymetler Borsası
kurulacak ve topluma güven aşısı yapılacaktı. İşte bu iki kurum - 1987 yılında
"kara Pazartesi" çöküşünü, 1994'te emekçileri kasıp kavuran finans
krizini ve 1997 yılında Asya'da başlayıp Türkiye'yi de içine alarak dünyaya yayılan
küresel krizi yaşayarak istikrarın sadece söylemde kalacağını sonradan anlayacak
olan -Türkiye halkına, istikrarın güvencesi olarak sunuldu.
Eğitim alanında da Marakeş'te verilen sözler doğrultusunda ve çok temel değişiklikler
yapıldı yaşamımızda. Özel Türk Kolejleri 1981 yılından itibaren mantar gibi türerken,
devlet okullarındaki eğitimin kalitesi, eğitime ayrılan ödeneklerin hızla minimize
edilmesi yoluyla geriletildi, eğitimcilerin reel ücretleri akıl almaz bir düşüş
trendine girdi. Özel kurslar ve sadece bir ya da bir kaç öğrenciye yüksel bedeller
karşılığı verilen özel dersler büyük kentlerde eğitim sisteminin en önemli parçası
haline getirildi. Özel kolejler yabancı dil ayrıcalığı ile puan toplarken hiç kimse
neden benzeri bir eğitim sisteminin devlet okullarında yerleştirilmediğini sorgulamadı.
Çünkü insanlar Devletin güçsüzlüğüne ve yetersizliğine ikna edilmişlerdi.
Sağlıkta yaygın, toplumsal sağlık hizmeti ilkesi terkedildi ve yerine özel sigorta
şirketlerinin kişiye özel, paralı sağlık sistemi özendirildi. Doktorlar, verdikleri
ağır hizmetin bedeli ödenmediği için özel muayenehane açmaya adeta zorlandı. Asıl
hedef ise Devlet Parasız Sağlık Sisteminin iflas ettirilmesi, özel sağlık sigortasına
geçilerek ,işverenlerce ödenen sağlık sigortası katkılarının kaldırılmasıydı.
İlaçta bu yıl başında kabul edilen patent sistemi de Marakeş'te alınan ve daha
sonra GATT çerçevesinde imzalanan TRIPs - Uluslararası Patent ve Telif hakları Yasası
ile takvimi belirlenen bir küreselleşme anlaşmasının sonucuydu. Küçük ilaç üreticilerini
piyasadan silmeye ve toplum sağlığını ulusötesi ilaç tekellerine peşkeş çekmeye
yönelik bu anlaşmanın da hedefi aynıydı : Sosyal Sigorta Sistemini çökertmek. İlaçta
tekelleşmenin önünü açan bu anlaşma ile yükselecek ilaç fiyatları üzerinden, ülke
ilaç arzının %70'inin alıcısı konumunda olan SSK, Emekli Sandığı ve Bağ-Kurun
iflası hedefleniyordu.
Tarımda da yıllara dağıtılmış belli oranlar üzerinden uygulanacak bir çökertme
planı yapılmıştı. Destekleme alımları, sübvansiyonlar, tohum ve gübre destekleri
azaltılırken, tarım kredi faizleri yükseltilmeye başlandı. Taban fiyat belirleme
politikaları da tıpkı diğer alanlarda olduğu gibi IMF, Dünya Bankası ve OECD gibi
ulusötesi sermayenin sözcülüğünü yapan uluslararası kurumların insafına terk
edildi. Tarım ithalatına uygulanan gümrük vergileri azaltıldı ve aslında kendi
ihtiyacının ötesinde dünyaya da tarımsal katkı sunabilecek potansiyele sahip olan ülkemiz
tarım ürünleri ithalatına açıldı. 20 yıl öncesine kadar dünyaya buğday ihraç
eden Türkiye, bugün kendi ihtiyacının bile önemli bir bölümünü dışarıdan ithal
etmek zorunda bırakıldı. Çekirdeksiz karpuz, çekirdeksiz salatalık gibi gen
teknolojisi kullanılarak üretilmek istenen yeni tarım ürünlerinin ardında ise kendi
üretimimizi yapamayacak bir konuma gelmemiz ve ya meyveyi ya da tohumunu ithal etmek
zorunda kalmamız amaçlanıyordu.(Bu girişim halen devam etmektedir). Geçtiğimiz yıl
başlayan ve en ağır olarak tekstil sektöründe yaşanan ekonomik krizin faturasının
pamuk üreticisine ve tekstil işçisine çıkarılmasının ardında da aynı caydırma
politikaları yatıyordu. Zeytin, zeytin yağı, tütün ve bunlar gibi daha bir çok önemli
tarım ürünümüzde yaşananlar da farklı değildi.
Bu süreç, toprak insanlarını açlığa ve metropollere göç etmeye zorladı. Büyük
kentler son 10 yılda ilk kez "varoş" gerçeği ile tanıştı. Sanayii işsizliği
çığ gibi büyürken, kayıt dışı ekonomi ülke ekonomik sisteminin %50'si gibi
muazzam bir rakama ulaştı. Bir yandan kayıt dışı, diğer yandan işsizlik çalışanların
ücretleri, iş güvenceleri ve örgütlülükleri üzerinde ciddi bir baskı oluşturdu.
Sendikalar günden güne üyelerini kaybederek erirken, gerçek ve en temel işlevlerini
bile yerine getiremez konuma itildiler. Toplu Pazarlık görüşmeleri, toplu dayatma
toplantılarına dönüştürüldü, esneklik, kalite ve kuralsızlaştırma gibi işveren
çıkarları üzerine oturtulmuş yeni uygulamalar adeta şantaj yapılarak sendikaların
gündemlerine yerleştirildi.
Marakeş'te alınan ve yukarıda kısaca özetlenen bu kararların 20 yıllık bir süreçte
yaşama geçirilmesinin ardından sermaye şimdilerde son liberalizasyon adımını da
atmaya hazırlanıyor. Bu kez hedef, geriye kalan son toplumsal ilkeleri de yok ederek tam
serbestlik dönemine geçmek. Artık ithalata uygulanan gümrüklerinizi azaltın, ya da
tarıma uyguladığınız desteklemeleri kısıtlayın demiyorlar. Şimdi istedikleri
bunlardan tamamen vaz geçilmesi. Ya da başka bir deyişle daha fazla işsizlik, daha
fazla sendikasızlaştırma, sınırsız ekonomik ve siyasal bağımlılık.
Bu yıl 30 Kasım'da Amerika'nın Seattle eyaletinde toplanacak olan Dünya Ticaret Örgütü
Bakanlar Konferansı ile az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerden, tarıma uyguladıkları
tüm destekleri kaldırmaları, tarım kredi faizlerini daha da arttırmaları, ithalata
uygulanan gümrük vergilerinden vaz geçmeleri, Devlet işletmelerine yapılacak yatırımlar
ve Devlet alım-satımları konularında bundan sonra WTO'dan icazet almaları, yatırım
konusunun en geniş kapsamı ile WTO yapısı içersine aktarılmasını kabul etmeleri
(bu madde MAI'nin tüm koşullarını kapsıyor), elektronik ithalatına kapılarını tam
olarak açmaları, orman kesimi ve orman ürünleri üzerindeki tüm engelleri kaldırmaları(kotalar,
sit alanlarında ve milli parklarda uygulanan, orman alanlarını korumaya yönelik
yasaklar)isteniyor. Bu sayılan maddelerin her birinin içeriği detaylandırıldığında
ise karşımıza MAI'den çok daha kapsamlı bir kuralsızlaştırma anlaşması çıkıyor.
Bu gelişmeye Türkiye cephesinden bakıldığında ise yabancı sermayeyi her türlü
tavizi vererek kucaklamaya hazır siyasiler ile başına geleceklerden habersiz, egemen
medyanın söylemleri ile aldatılmış yığınları görüyoruz. Ülke yönetimleri
toplumların anayasadan kaynaklanan bilgilenme ve öğrenme hakkını bile yok sayarak
sessizliklerini sürdürmekte, önce bilgilenme ve ardından yapılacak referandumlar ile
karara bağlanması gereken , toplumun tüm kesimlerinin geleceğini yok edecek olan bu
anlaşmaları imzalayacakları günü beklemekteler.
Bu son sistemli ve planlı saldırıyı durdurmanın tek yolu ise örgütlü bir
birliktelikten geçiyor. Emekçisi, köylüsü ve tüketicisiyle ülke toplumunun dünya
halkları (Uluslararası MAI karşıtı Koalisyon) ile bir bütün olarak karşı çıkması
bu saldırıyı durdurmaya yetecektir.
|