1.1- Teknolojinin
Taraflılığı ve Teknolojik Gelişme
Neoklasik iktisatın
teknolojiye yaklaşımında genellikle yapılan varsayım, teknolojinin kendine özgü bir
mantık içinde, doğrusal bir gelişim gösterdiği ve bu gelişimin tamamen
tarafsız olduğu yönündedir. Yani 1933 Dünya Fuarı’nın sloganının ifade ettiği
gibi, “Bilim Bulur, Sanayi Uygular, İnsanlar Uyar”. Bilimciler ve mühendisler
toplumsal sistemden bağımsız olarak, üretim tekniklerini sürekli yenilemek üzere
buluşlar yaparlar, yöneticiler bu buluşları en verimli biçimde uygulamaya geçirirler
ve işçiler de bu değişikliklere uyarlanırlar. Bu anlayışı kapitalist gelişmeyi
teknik ilerleme ve buluşlarla açıklamaya çalışan çeşitli çalışmalarda bulmak
mümkündür. Örneğin, ünlü iktisatçı Schumpeter, kapitalist sistemin işleyiş
mekanizmasını teknolojik değişikliklere bağlamış, rekabet içindeki şirketlerin bu
yolla kar maksimizasyonu amacına ulaşmaya çalıştıklarını belirtmiştir. Sadece
rekabet ilişkileri içinde açıklanmaya çalışılan teknolojik gelişme, makro
düzeyde, üretim sistemi için tamamen tarafsız bir girdi niteliğindedir. Yine bu
görüşe göre, teknolojik gelişmelerin işçiler üzerinde iyi veya kötü çeşitli etkileri olmaktaysa da
bu kaçınılmaz bir şeydir.
Aynı bakış açısının uzantısını, teknolojinin mikro düzeyde
işçiler üzerinde yaptığı etkileri inceleyen araştırmalarda, örneğin “yabancılaşma”
yı ele alan Blauner’in çalışmasında da görmek mümkündür. Blauner’e göre
teknolojiyi biçimlendiren üç etken vardır: 1) Teknik bilgi düzeyi, 2) Üretilen
ürünün niteliği, 3) Şirketlerin ekonomik ve teknik kapasiteleri (Blauner, 1964).
Teknolojiyi biçimlendirebilecek bir etken olarak üretim yerindeki ilişkiler ve çelişkilerden,
üretimin örgütlenme biçiminin hatta makinaların belirli bazı sosyal amaçları
içlerinde barındırabileceğinden hiç söz edilmemektedir. Oysa emek sürecinin
tarihsel maddeci analizi teknolojik gelişmelerin üretim ilişkileri açısından hiç de
öyle tarafsız olmadığını açık bir şekilde göstermektedir. O halde, önce emek
süreci yaklaşımını, sonra da kapitalist emek sürecinde ortaya çıkan teknolojik
gelişmeleri ve buna bağlı olarak Taylorist ve Fordist üretim örgütlenme biçimlerini kısaca irdelemeye çalışalım.
1.2-
Kapitalist Emek Süreci
İnsan gereksinim
duyduğu şeyleri üretirken, ya da başka bir deyişle, kendisi için gerekli olan
kullanım değerleri yaratırken, doğa ile bir ilişkiye girer. Marx'a göre, tarihi
belirlenimlerinden soyutlayarak ele alındığında, emek süreci herşeyden önce insanla
doğa arasında bir ilişkidir. İhtiyacı olan şeyleri üretirken insan doğayla olan bu
ilişkisini kendisi düzenler ve yönetir. Üretici insan yapacağı işi, hem ortaya
çıkaracağı ürün açısından hem de üretimin süreci açısından kafasında
önceden planladığı emek süreci sonunda, tüm yeteneklerini kullanarak, bir kullanım
değeri yaratır ve bu ona büyük bir haz ve doyum verir. İnsan emek süreci içinde
doğa ile birlikte kendini, kişiliğini, yeteneklerini ve bilincini de dönüştürür.
İnsan emeğinin çok önemli bir özelliği de, insanın yapacağı
işi henüz yapmadan önce kafasında tasarlamasıdır. Bu tasarım gücü üretici
insanın emeğini yönlendirir ve her emek süreci sonunda onun kafasında daha önce
kavramlaştırılmış olan şey elde edilir. Süreç içinde birtakım araç gereçler de
kullanıldığından emek süreci, üretim güçlerinin gelişmişlik aşamasına göre de
belirlenen bir ilişki haline gelir. Öyle ise emek sürecinde üç temel öğe vardır:
1) Bir amaca yönelik insan eylemi - emek, 2) İşin nesnesi - üretilecek olan şey, 3)
üretim araç ve gereçleri.
Emek sürecinin ikinci ve üçüncü öğeleri üretimin nesnel
koşullarını belirler. Birinci öğe ise üretimin öznel koşulunu oluşturur. Buna
göre, teknoloji sadece üretim araçları ya da makinaların gelişmişlik düzeyi olarak
algılanamaz. Emeğin üretimi gerçekleştirmek amacı ile, üretim araçları etrafında
örgütleniş biçimini, üretim bilgi ve becerisini nasıl kullandığını da
kapsamalıdır teknoloji kavramı. Ancak böyle bir kavrayışla kapitalist emek
sürecinde ortaya çıkan değişiklikleri ve bunun emek açısından ne anlama geldiğini
doğru bir şekilde değerlendirmek mümkün olabilir.
Tarihi olarak baktığımızda, emeğin bu üç öğesinin birbiriyle
ilişkiye geçiş biçiminin düzenlenmesi üretim tarzlarına göre değişiklikler
göstermekle kalmamış, aynı üretim tarzı içinde de zamanla büyük değişikliklere
uğramıştır. Emek sürecinin üretici insanın yaratıcılığını potansiyel olarak
ortaya çıkarabileceği bir alan olmaktan çıkması kapitalizmin gelişmesi ile birlikte
olmuştur. Çünkü kapitalizmde üretimin amacı üretici insanın kullanım değerleri
üretmek değil, sermayedarın pazarda karla satması için mübadele değerleri
üretmektir. Yani, üretim doğrudan doğruya sermayenin büyümesi, artık-değer elde etmesi amacı ile yapılır.
Sermayedar emek sürecinin çeşitli öğelerini satın alır, bir araya getirir ve
işçileri belirli bir üretim organizasyonu ile öbür öğeler üzerinde
çalıştırır.
Kapitalist üretimde üretici emeğin, ya da işçinin fiziki ve zihni
kapasitesi tamamen sermaye ile olan ilişkisine göre belirlendiğinden iş veya emek
yerine, emek gücü kavramı geliştirilmiştir. Çünkü sermaye sahibi aslında belli
bir miktar emeği değil, emeğin belli bir süre için kullanım hakkını satın
almaktadır. Dolayısıyla sermayedar belli bir süre için kullanım hakkını satın
aldığı emeğin bu kapasitesinden sonuna kadar yararlanmaya çalışacak, bu nedenle de
sermaye emek sürecini en fazla artık değer gerçekleştirecek biçimde dönüştürme
yollarını arayacaktır. Yaratılan artık değer miktarı, üretim süreci içinde
tarafların göreli güçlerine göre belirleneceğinden, kapitalizmde emek süreci,
kaçınılmaz olarak daha karlı üretim mücadelesinin bir arenası haline gelmiştir. Bu
yüzden de sermayedar sadece üretim için gerekli en son ulaşılan teknolojik düzeye uygun üretim
araçlarını, malzemeyi ve binayı temin etmekle kalmaz, emek gücü üzerinde tam bir
denetim kuracak biçimde emek sürecini kendi kontrolü altına almaya çalışır.
Sermaye emek sürecinde işçinin işi yapış yöntemleri, hızı,
becerilerini ve bilgisini kullanma biçimi üzerinde -iş örgütlenmesi alanında- tam
bir denetim elde ederek yaratılan artık-değer miktarını maksimize etmeye, başka bir
deyişle işin yoğunluğunu arttırarak emeğin verimlilik oranını yükseltmeye çaba
gösterir. Ayrıca, işin yapılış biçimini kurallara bağlıyarak, yaratılmaya
çalışılan maksimum artık değer miktarının sürekliliğini de aynı şekilde
garanti altına almaya çalışır. Bu amaca yönelik olarak, modern sanayi döneminde
sermayenin emeğin bilgi, beceri ve yargılarına bağımlılığını en aza indirecek
şekilde makinalar ve iş örgütlenme metotları geliştirilmeye çalışılmıştır.
İşçi çeşitli nedenlerle grev, iş yavaşlatma gibi bazı sendikal
mücadele yollarına başvurduğunda, artık değer üretiminin sürekliliği tehlikeye
girdiğinden semaye emeğe olan bağımlılığından mümkün olduğu kadar kurtulmaya
çalışır. Makinaların giderek emeğin yerini alacak şekilde geliştirilmesi
rastlantısal değildir. Tarihi olarak, çeşitli teknik buluşların ve makinaların
işçi direnişlerine bağlı olarak nasıl geliştirildiğini, belirli dönemlerde
grevlerin ya da grev tehlikesinin icatların başlıca nedenini oluşturduğunu çeşitli
kaynaklarda görmek mümkündür (örneği, Rosenberg, 1976). Dolayısıyla, kapitalist
emek sürecindeki bütün bu teknolojik gelişmeler toplumsal yapıyı, sınıf ilişki ve çelişkilerini içinde
barındırmaktadır. Kapitalist emek sürecinde ortaya çıkan değişikliklerin emek
açısından bu gözle değerlendirilmesi gerekir. Tarihi olarak bu perspektifle
bakıldığında, bir köşe taşı olarak Taylorizmin büyük bir öneme sahip olduğu
görülmektedir.
1.3- Taylorizm
Amerika Birleşik
Devletleri’nde 1880-1890 yıllarında ortaya çıkan “sistematik yönetim
hareketi”nden doğmuştur. Frederick Winslow Taylor tarafından geliştirilmiş ve
kapitalist üretimin organizasyonunda dünya çapında etkileri olmuş bir yönetim
yaklaşımıdır. Taylor hem ideolojik olarak geliştirdiği, hem de deneyler yaparak
uygulamaya koyduğu işin örgütleniş biçimi ve yönetimi konusundaki yaklaşımını
1911 yılında “Bilimsel Yönetimin İlkeleri” kitabında toplamış ve
Taylorizm denilen kapitalist emek sürecinin organizasyonu ve kontrolundaki temel ilkeleri
oluşturmuştur. Taylorist ilkelere göre organize edilen emek sürecinde ortaya çıkan
sorunlarla, özellikle de işçinin bu yeni sürece uyum sorunu ile,
kendisinden sonra, endüstriyel psikoloji ve
sosyolojinin kuruluşunu hazırlayan bilimciler ilgilenmişlerdir. Çünkü Taylorizm
işçilerin büyük çaplı direnişlerine yol açmış, sendikacılığın gelişmesini
hızlandırmıştır.
Taylorizm 20. yüzyıl başlarında, hızla büyüyen kapitalist
işletmelerde giderek karmaşıklaşan emeğin kontrolu sorununa çözüm getirmek üzere,
kullanılan üretim teknolojisinin doğasından bağımsız olarak uygulanabilecek
bilimsel yöntemler geliştirme çabasıdır. İşin organizasyonu ve işçi konusunda
geliştirmiş olduğu sistematik felsefe, çalışmalarında da ifade ettiği gibi,
işçinin doğuştan günahkar ve aptal olduğuna inanışına dayanmaktadır. Ona göre
insanın doğal içgüdüleri ve eğilimleri işi kolaydan alma ve kaytarma yani
çalışıyor gözüküp dalga geçme yönündedir. Bu yüzden, yöneticiler ya da
herhangi bir denetleyici bulunmadığı zamanlarda bile, işçilerin işlerini hiç
aksatmadan ve yavaşlatmadan yürütmelerinin sağlanması şarttır.
Ayrıca, işçiler yaptıkları işleri bilimsel bir şekilde
geliştirerek en iyi yapılış biçimini bulmak için yeterli zekaya sahip
olmadıklarından, üretimdeki rollerinin pasifleştirilmesi gerekir. Taylorist yönetim
anlayışında emek kavramı, kapitalizm öncesi sınai üretimin ilk zamanlarından
itibaren, fabrikaların ilk oluşması dönemlerini de kapsayan süre içinde, üretim
süreçlerindeki tek yaratıcının zanaatkarın ya da vasıf sahibi üreticinin
kendisinin olması olgusundan çok büyük bir sapma göstermiştir. Taylor kapitalist
emek sürecinde emek gücünün, aptallık ve kaytarmacılık gibi bazı doğal özelliklerinden dolayı, tamamen pasifize
edilmesi ve makinanın basit bir uzantısı durumuna indirgenmesi gerekliliğini
savunmuştur.
“Bilimsel Yönetim” hem emek konusunda temel bazı kavramları, hem de
kolayca uygulanabilir yönetim araç ve tekniklerini içerir. Taylorizmin işyerinde işin
örgütlenmesi konusunda geliştirdiği bir dizi yönetim pratiğini genel olarak üç
farklı düzeyde toplayabiliriz: 1) İşin tasarımı, 2) işin yapılışının kontrol
edilme biçimi ve 3) bu kontrol biçiminin içerdiği istihdam ve ücret politikası.
İşin tasarımı
açısından ilk yapılması gereken şey, üretim sürecinin sistematik bir analizinin
yapılması ve bazı ilkeler doğrultusunda küçük parçalara ayrılmasıdır. İşin
sistematik analizi, üretim sürecindeki her parça işin nasıl ve ne kadar zamanda
yapılacağının standartlaştırılmasının ve buna bağlı olarak da, teşvik edici
bir ücret sistemi olarak parça başına ücret sisteminin temellerini oluşturmuştur.
Üç ayrı düzeyli bir yönetim paketi oluşturması dolayısıyla Taylorizm, sadece
Batı dünyasında kapitalist üretim ideolojisine yapılan en güçlü ve en uzun
ömürlü katkı olarak kalmamış ve de sadece sanayileşmiş ülkelerin sermayedarları
ve yöneticileri arasında büyük bir popülerlik kazanmamış, Sovyetler Birliğinde
bile etkili olabilmiş ve uygulamaya konmuştur.
Taylor’un işin
yapılışı ile ilgili yürüttüğü deneyleri ve teorik çalışmaları “işin
bilimi” olarak algılamak son derece yanlış olur. Çünkü onun
çalışmalarının odağı işin en iyi, en az gayret sarfederek nasıl yapılacağı
değil, kapitalist emek sürecinde yabancılaşmış emeğin en iyi nasıl kontrol
edileceğine yöneliktir. Kontrol öğesi kendisinden önceki yönetim çalışmalarında
da her zaman gerekli bir unsur olarak var olmuşsada, Taylor’la birlikte emsali
görülmemiş boyutlara ulaşmıştır.
Taylor’dan önce de genellikle yönetimin kontrol hakkının olduğu
varsayılmış, fakat bu hak pratikte işçinin işi nasıl yapacağına doğrudan
müdahale etme biçiminde değil, işlerin yapılışının genel bir planlaması
biçiminde anlaşılmış ve uygulanmıştır. Ancak Taylorizm’de
kontrol kavramı yepyeni bir düzleme
taşınmış, işçiye işin tam olarak nasıl yapılacağının dikte ettirilmesinin, iyi
bir yönetim için mutlak bir zorunluk olduğu ileri sürülmüştür. En basitinden en
karmaşık olanına kadar her parça işin nasıl yapılacağı konusunda yönetim tam bir
kontrole sahip olmalıdır.
İşin analizini yapmakta Taylor’un amacı, emek gücünden bir
günde elde edilebilecek maksimum işi elde edebilmekti. Bunun karşısındaki en büyük
engel, işçilerin yavaşlığı ve iş sırasında dalga geçmeleriydi. Bunu iki nedene
bağlıyordu. İlki, insanların doğal içgüdülerinden ve rahata olan
düşkünlüklerinden kaynaklanan “doğal kaytarma”,
ikincisi ise “sistematik kaytarma”
idi ki, bunu işçilerin sistematik olarak işin ne kadar hızda yapılabileceğini
yönetimden saklamasına bağlıyordu. İşçiler kasıtlı olarak yavaş bir tempoyla
çalışıyor ve bunun iyi bir hız olduğu konusunda yönetimi kandırabiliyordu,
çünkü işçilerin emek sürecindeki kontrolleri hala sürüyordu. İşin
yapılışını işçinin inisiyatifine bırakmak çok yanlıştı. Bunun önüne
geçilmesi, işin, gerçekten ne kadar sürede yapılabileceğinin “bilimsel
olarak”, hareket ve zaman etütleri ile
tesbit edilmesi ve böylece emek sürecinde kontrolun tam anlamıyla yönetimce ele
geçirilmesi gerekmekteydi. Taylor’a göre “Bilimsel
Yönetim” böyle olurdu.
İşçilerin emek süreci
üzerindeki kontrolleri devam ettiği sürece emek gücünün potansiyelinden tam olarak
yararlanmak söz konusu olamazdı. Yönetimin emek gücünden bir günde elde edebileceği
iş konusundaki cehaletinden kurtulması gerekliydi. Bu da ancak her parça işin nasıl
ve ne kadar zamanda yapılacağının tesbit edilip işçiye dikte ettirilmesi ile
mümkündü. Ayrıca işçinin daha çok çalışması, iş performansı ile kazancı
arasında sıkı bir ilişki kurulması ile sağlanabilecekti. Parça başı ücret
sisteminin temelinde yatan budur. Taylor kendisinin bir takım deneylerle belirlediği
nicel bir maksimuma göre işçilerden en iyi performansı almayı nasıl
gerçekleştirdiğini “Bilimsel Yönetimin İlkeleri” kitabında anlatmış,
örneğin Bethlehem Çelik Şirketinde pik demir taşıyan işçilerin taşıma
kapasitelerini günde 12.5 tondan 47 tona nasıl çıkarttığını detaylı bir şekilde
vermiştir (Taylor, 1911).
Taylor’un geliştirdiği bilimsel yöntemin ilkeleri şunlardır: 1)
Emek sürecinin işçilerin becerilerinden tamamen arındırılması, yönetimin işçinin
sahip olduğu zanaata yani hem üretim bilgisine, hem de fiziksel becerilerine olan
bağımlılığından kurtulması gerektir. 2) Üretim sürecinde tasarımın uygulamadan
ayrılması gerektir. Tüm zihinsel faaliyet işçilerden koparılıp, yönetimin fabrika
düzeni ve üretim planlama bölümlerinde toplanmalıdır. Taylor’a göre, yönetimin
işçinin sahip olduğu üretim bilgisini ele geçirmesi, tasarımın işçinin faaliyeti
olmaktan çıkarılması iki açıdan gerekliydi. Böylece, hem işlerde vasıflı
işçiye gerek kalmayacak ve vasıfsız ucuz işçi çalıştırılabilecek, hem de
yönetim emek süreci üzerinde tam kontrola sahip olabilecekti. İşçilere sadece basit
parçalara ayrılmış iş sürecindeki işlerin nasıl ve ne kadar sürede yapılacağı
talimatı verilmeliydi. İşçilerin işleri anlamasına gerek kalmadan ve arkasında yatan teknik
nedenleri ya da verileri düşünmeden, sadece bu talimatlara uymaları sağlanmalıydı.
3) Üretim bilgisi tümüyle yönetimde toplanmalı, bu bilgi yönetim tarafından emek
sürecinin her aşamasının kontrolu, geliştirilmesi ve işlerin nasıl
yapılacağının kontrolu için kullanılmalıydı. Üretim teknolojisinin
geliştirilmesi tamamen yönetimin istekleri ve gereksinimleri doğrultusunda,
mühendisler, teknisyenler ve bilimciler tarafından yapılmalıydı (Braverman, 1974).
Sonuçta, Taylorizm
uygulaması ile, kapitalist emek sürecinde işçi her türlü beceriden, üretim
bilgisinden ve zihinsel faaliyetten koparılıyor, vasıfsızlaştırılıyor,
farksızlaştırılıyor, her türlü küçük parça işi yapar hale getiriliyor ve
değersizleştiriliyordu. Dolayısıyla, tüm bu yönetim pratiği kapitalist ideoloji ve
amaçlar etrafında şekillenmiştir. Bu nedenle, iş yerindeki verimliliği arttırıcı
etkisinden çok, içinde barındırdığı ideoloji nedeni ile kapitalist üretimde
büyük önem kazanmış ve uygulama alanı bulmuştur.
1.4- Fordizm
Henry Ford tarafından
1900’lü yılların başında geliştirilmiş ve ilk kez Ford otomobil fabrikasında
uygulanmasına geçilmiş bir üretim organizasyon biçimidir. Kapitalist emek sürecinde
Taylorist iş örgütlenmesi yöntemlerinden tamamen bağımsız bir teknik buluş
değildir. Emek sürecinde yönetimin işçilerin becerilerine olan bağımlılığını
ortadan kaldırıp, işçileri vasıfsızlaştıran bir dizi adımın mekanize olmuş bir
bileşimidir.
Fordist iş organizasyonunda Taylorist ilkelere göre üretim
sürecindeki küçük parçalara bölünen işler, yapılış sırasına göre bir hatta
dizilmekte, işçilerin üretim sırasında işi gereği parça almak ya da alet/makina
kullanmak için gidiş-gelişleri önlenmektedir. Bunun yerine, işin nesnesinin, üretim
sürecinin gerektirdiği işlem sırasına göre dizilmiş makinalar ve iş istasyonları
boyunca hareket etmesi sağlanmakta ve böylece Fordist montaj hattı (akar band) ortaya
çıkmaktadır.
Bu yeni fabrika düzenlemesinin geliştirilmesi, zamanlama olarak her
işlem için ayrı bir tezgah ayrılabilecek ölçekte büyük hacimli üretim gerektiren
pazarların oluşmasıyla denk düşmektedir. Çünkü, her işlem için üretim hattına
özel amaçlı makina yerleştirilmesinin yüksek maliyeti, üretimin karlı olabilmesi
için büyük hacimlerde gerçekleştirilme gerekliliğini doğurmakta, yani ölçek
ekonomilerini çok önemli kılmaktadır. Makinaların çoğu üretilen standart bir
ürün tipine/modeline göre tasarlanmış olduğundan bir modelden ya da ürün tipinden
öbürüne geçmek ya çok güç, ya da olanaksız hale gelmiştir. Bu nedenlerle, Fordist üretimde esneklik yoktur, katı
bir sistemdir. Ayrıca, üretimin sürekliliği büyük hacimlerde ana stoklar ve iş
istasyonları arasında tampon stoklar oluşturarak sağlanmaya çalışıldığından,
Fordizmde stok maliyetleri yüksek düzeylere ulaşmaktadır.
Fordist kitle üretiminin temel öğeleri ayrıntılı iş bölümü,
seri hareket ve sürekliliktir. Tüm bu öğeler 20. yüzyıl başı kapitalist üretimine
yabancı olmamakla beraber, ABD’de bu yeni üretim organizasyon biçiminin ortaya
çıkışı, kitle üretimiyle elde edilen yüksek ürün miktarının tüketilebileceği
büyüklükte pazarların oluşmasına bağlı olmuştur. Üretim artışı ile birlikte
ortaya çıkan yeterli sayıda vasıflı işçi bulamama sıkıntısı, emek tasarrufu
sağlayan, özellikle de vasıflı emek gereksinimini ortadan kaldıran üretim
tekniklerini son derece çekici kılmıştır.
Bu yüzden, Fordist üretim organizasyonu uygulanabileceği bütün
sektörlerde uygulamaya konulmaya başlanmış, sağladığı üretkenlik artışı nedeni
ile 2. Dünya Savaşından sonra Avrupa’da yaygınlık kazanmış ve hatta teknoloji
transferi yoluyla Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelere de yayılarak dünya çapında
egemen üretim organizasyon biçimi haline gelmiştir. Ancak 1980’li yıllarda
kapitalist ekonomiler kitle üretiminden esnek olarak uzmanlaşmış imalat teknolojisine
doğru bir dönüşüm geçirmektedirler. Giderek yaygınlaşmaya başlayan esnek
üretimin Fordizmin üretim organizasyon biçimi olarak egemenliğine son vereceği ileri
sürülmektedir (Piori ve Sabel, 1984).
Fordist montaj hattının ilk kez uygulanmaya konduğu Ford otomobil
fabrikasında, kuruluşundan bu yana emek sürecinin geçirdiği değişikliklere kısaca
bakmak, somut olarak kapitalist emek sürecinde ortaya çıkan dönüşümleri görmek
açısından ilginçtir. Ford fabrikası, 1903 yılında Henry Ford tarafından, diğer
oto fabrikaları gibi bir atölye ölçeğinde kurulmuştu. Kendisi dahil sadece 8 kişi
çalışmakta idi. Parçalar civardaki makina atölyelerinden alınıyor, fakat düzgün
ve standart olmadığından, eğitim ve beceri sahibi bu 8 kişilik ekip tarafından
işlenerek birbirine uyduruluyor, sonra da montajı yapılıyordu. Bu ekip tüm emek
sürecini tasarlıyor, uygulamada çıkan sorunları çözüyor ve sabit bir birim halinde
duran otomobilin tamamını monte ediyordu.
Çeşitli parçaların depodan taşınması, işlemler için tezgahlara
gidip gelinmesi, kullanılan aletlerin atölye içinde getirilip götürülmesi vakit
alıcı olmakla birlikte, ilk yıllarda üretim arttıkça bu üretim tekniği
değişmemiş, sadece ekip sayısı çoğaltılmıştı. 1906’da çeşitli parçaların
fabrika içinde üretimine geçilmesiyle, Ford’un zaten kıt bulunan vasıflı
işgücüne bağımlılığı daha da arttı. İlk iş bölümü, parçaları
taşıyanlarla, onları işleyip monte edenler arasında gerçekleştirildi. Taşıma
işleri için o sırada ABD’de bol ve ucuz bulunan göçmen işçiler alınmış,
vasıflı işçilerin fabrika içinde dolaşmaları engellenerek sabit bir noktada
çalışmaları sağlanmıştı. Böylece, hem denetlenmeleri kolaylaşmış hem de
yüksek ücretli işçinin vakit kaybı önlenmişti.
Bir sonraki adım, üretim sürecini daha küçük parçalara bölmek
yolunda atılmış, montajın küçük bir bölümünü yaptırarak işçilerin çok daha
seri hareket etmeleri sağlanmış, böylece de emek üretkenlikleri arttırılmıştı.
Fabrika içinde üretilen parçaların giderek standartlaştırılması, montajlarını
kolaylaştırmış ve üretim sürecinin daha çok sayıda vasıfsız işçi arasında
parçalanabilmesine olanak vermiştir. Bundan sonra Ford’un üzerinde durduğu konu
üretimin akış hızını arttırmak olmuştur. Belirli bir işlemi yapan tezgahların
bir araya toplanması, bölümler arası taşıma sorunları doğurunca, bunlar üretimin
gerektirdiği işlem sırasına dizilmiş, bu da akış hızını artırmakta çok etkili
olmuştur. Zincirleme ve kesintisiz yapılan üretimde işçilerin çalışma hızını
artırmak için de en hızlı işçilerin primle ödüllendirilmesi yoluna gidilmiştir.
Ancak Ford yöneticileri için bu da yeterli olmamış, işçilerin hızlarını
gönüllü olarak arttırmalarını beklemek yerine, hızın kendilerince
belirlenebileceği bir sistem geliştirmeye yönelmişlerdir.
İlk olarak, 1913’te titizlikle yapılan zaman ve hareket etütleri
sonucu, yaklaşık 50 metrelik bir üretim hattında üretim süreci 140 montaj işçisi
arasında bölünmüştür. Montajı yapılan şasi, tekerlekler üzerinde, belli
aralıklarla bir halat yardımı ile çekilmeye başlanmıştır. Böylece bir şasinin
montajı için gerekli olan 12 saat 28 dakikalık süre, 5 saat 50 dakikaya
indirilebilmiştir. 1914 yılında mekanik olarak hareket eden ünlü montaj hattı ya da
akar band üretime sokulduğunda bu süre 1.5 saate düşürülmüştür. 11 yıllık bir
zaman aralığında Ford fabrikasında gerçekleştirilen tüm bu teknolojik değişikliklerle, artık emek
sürecini düşünen, tasarlayan ve uygulayan ustalar gitmiş, yerlerini sadece küçük
bir parça-işi biteviye tekrarlayan vasıfsız işçiler almıştır. Dolayısıyla,
sermaye vasıflı işçiye olan bağımlılığını ortadan kaldırabilmiş, emek
sürecinde tüm kontrolu ele geçirerek üretimin hızını belirleyebilmiş ve büyük
bir üretkenlik artışı sağlamıştır (Gartman,1979:193-205).
Fordist üretim organizasyonu tüm dünyada büyük bir yaygınlık
kazanmasına rağmen, sermaye için bu kolay bir başarı olmamıştır. Ford’un montaj
hattı, başta Ford otomobil fabrikasında olmak üzere, işçilerin büyük çapta
direnişlerine yol açmış ve sendikacılığın gelişmesini hızlandırmıştır.
İşin bunaltıcı niteliği ve artan yoğunluğu yüzünden, işçiler dayanamayıp
işlerini kısa sürede terketmeye yönelmiş, 1914 yılında yıllık işgücü devri
(turnover) oranı yüzde 400’e ulaşmıştır. Bu kabaca, yüz işçisi olan bir
işyerinde işgücünün bir yılda dört kez yenileniyor olması demektir. Bunun
dışında, makinalara sabotaj olayları, kasıtlı olarak hatalı üretim, fire artışı
ve işten kaytarma gibi sorunlar yanında sendikacılığın da güçlenmesi Ford’un
yöneticilerini çare bulmaya itmiştir. Bu yüzden,2.34 dolar dolayında olan işçi
gündeliği 5 dolar gibi o gün için çok yüksek bir rakama çıkarılmış, işçiler
böyle yüksek bir ücretin özendiriciliği ile elde tutulabilmiştir.
Fordist üretim organizasyonunda akan bir montaj hattı ile bir yandan
üretim sürekli kılınır ve emek üretkenliğinde büyük artışlar sağlanırken,
diğer yandan bu kesintisiz üretim sisteminin getirdiği işçiler arası karşılıklı
bağımlılık bir avuç işçiye tüm üretimi durdurabilme olanağını da vermiştir.
Bu yüzden, Fordizm’de sendikal mücadele gücünü daha ziyade büyük ölçekli
fabrikalarda yapılan toplu üretimin kesintisizlik özelliğinden almıştır. Ancak
sendikalar genellikle işçilerin Fordist emek sürecinde becerilerine dayanan gücü ve
kontrolu korumaya değil, vasıfsızlaştırılmış işlerini korumaya, çalışma
koşullarını ve ücretlerini iyileştirmeye yoğunlaşmıştır.
Sendikaların izlediği politikalar kuşkusuz sektörden sektöre ve
ülkeden ülkeye farklılıklar göstermiş olmakla beraber, işçilerin genel olarak
sektör/iş kolu bazında örgütlenmeye gittiklerini, Fordizme karşı sendikaların
sınıf temeline dayanmayan politikalar izlediklerini ve ücret sendikacılığının
egemen olduğunu söylemek mümkündür. Bu eksende gelişen ve federatif bir yapı
kazanan sendikal hareketin genellikle tek işlevi, toplu pazarlıklara girerek toplu iş
sözleşmeleri bağıtlamak ve üye sendikaların sözleşme sisteminin getirdiği
haklardan yararlanmasını sağlamak olmuştur.
1.5- Fordizmin
Krizi
Dünya ekonomisinin
1970’lerde girdiği krizle birlikte sınai üretimde gözlenen yeniden yapılanma ve
teknolojik dönüşüm, krizin nedenleri, bir kitle üretimi olarak Fordizmin özellikleri
ve yeni ortaya çıkan üretim örgütlenmelerinin yapısı hakkında geniş
tartışmalara kaynaklık etmiştir. Bu gelişmeleri irdelemeyi ve kuramsallaştırmayı
amaçlayan çeşitli çalışmalar, “neo-Fordizm”, “global
Fordizm”, “post-Fordizm” ve “esnek
uzmanlık” gibi kavramlar geliştirmişlerdir. Bu çalışmaların herbiri ortaya
çıkan değişikliklerin ayrı bir unsurunu ön plana çıkarmışlarsa da, hemen
hepsinin kavramsal olarak Fransız Düzenleme okulunun ekonomi politik yaklaşımından
etkilendiklerini söylemek mümkündür. Bu yaklaşımda ise, Fordizm yalnızca kapitalist
emek sürecinde bir üretim organizasyon biçimi değil, sermaye birikimi rejimidir ve
kriz Fordist birikim rejiminin krizidir.
Çeşitli kriz kuramlarından da bildiğimiz gibi, kapitalist
ekonomilerde sermaye birikimi zaman zaman tıkanıklığa uğrar ve ekonomiler krize
girer. Krizin yarattığı ortam bir yandan sistemin kendini sürdürmesini, yeniden
üretmesini tehdit ederken, bir yandan da sistemde yapısal değişikliklere yol açarak,
sermaye birikiminin tıkanıklıklarını giderme ve ekonomik canlanma koşullarını
yaratabilmektedir. Kriz ancak köklü ve genel bir yeniden yapılanma ile
aşılabileceğinden, üretim tarzının kendini ayakta tutabilmesini sağlamak, yani
sermaye birikiminin genişleyerek sürmesinin önündeki engelleri aşmayı sağlayacak ya da
engelleri aşmaya katkıda bulunacak biçimde, toplumsal ilişkilerde, süreçlerde,
yapılarda ve kurumlarda dönüşüm gerekmektedir.
Kapitalist düzenleme kuramı esas olarak kapitalist üretim tarzının
belirleyici yapısının kendini yeniden üretebilmesi koşullarının zaman içinde
nasıl dönüştüğünün analizini yapar. Bu ekolün kriz tahlili, özünde kar haddinin
düşme eğilimine dayanarak üretim sürecinin belirleyici rolü üzerine odaklanır.
Kapitalist gelişmeyi anlayabilmek için tarihsel olarak ortaya çıkmış büyüme ve
sermaye birikimi sistemlerini incelemek gerekir. Buna göre, 2. Dünya Savaşı sonrası
dönem, Fordizm dönemi olarak nitelendirilir ve bu dönemde yoğun birikim rejiminin ve
tekelci düzenleme biçiminin egemen olduğu ileri sürülür. Fordizm aynı zamanda
ABD’nin dünya kapitalist ekonomisinde hegemonya kurmasını ifade eder. Kitlesel
üretim teknolojileri ABD’nin hegemonyası altında ileri kapitalist ülkelere yayılır
ve esas olarak ulusal temelde gelişir.
Fordizm ile kitlesel üretim ve kitlesel tüketim arasındaki eklemlenme
sonucu, artık değer üretimi, dolaşım, bölüşüm ve tüketim ilişkileri özgül
biçimler almıştır. Ford'un mekanik montaj hattı emek sürecinin örgütlenme
biçimidir ve sürekli olarak emek gücünün verimliliğini arttırarak görece artık
değeri arttırmak esastır. Emek sürecinde üretim ilişkilerinin dönüştürülüp
verimlilik artışı sağlamak üzere verilen mücadele ile, dolaşım sürecinde diğer
sermayelere karşı kar oranını düşürmemek için verilen mücadele yoğun birikimin birbirinden ayrılmaz
parçalarıdır. Bu süreç büyük tekellerin ortaya çıkmasına ve tekelleşmenin
giderek güçlenmesine neden olur.
Fransız Düzenleme okulunun yaklaşımına göre, Fordist birikim
rejiminde kitle üretimi kitle tüketimini de gerekli kıldığından, tüketicinin
büyük hacimlerde üretilen standart malları almaya teşvik edilmesi gerekmiş, bu
amaçla geliştirilen çeşitli reklam ve pazarlama teknikleri kitle tüketimi
normlarının yerleştirilmesinde çok önemli rol oynamıştır.
Fordizmin bir özelliği de iş örgütlenmesinin ve işletme
yönetiminin son derece bürokratik, merkeziyetçi ve hiyerarşik oluşudur.
İşletmelerde bölümler arası ilişkiler merkezden geçerek oluşmakta, herşey çok
ayrıntılı olarak hazırlanmış işletme yönetmenliklerine göre yürütülmektedir.
Ara malı ya da parça üreten işletmeler için de durum aynıdır. Bu sektörler de
düşük maliyetlerde, çizimleri/teknik özellikleri verilmiş, standart ürünler
üretmekle yükümlü tutulmuşlardır. Fordizmde rekabet tamamen düşük maliyetlere
dayandırılmış bir rekabettir.
Fordist
sanayileşme biçiminin 2.Dünya savaşı sonrası kültürünü de büyük ölçüde
belirlediği ileri sürülmektedir. Amerikan futbolundan klasik baleye, Coca-cola
makinasının yerinin bile standartlaştırıldığı fabrika tasarımından, modern
mimariye kadar yaşamın çeşitli alanlarında Fordizmin etkisi görülmüştür. Fakat
bu katı, kuralcı yaklaşım çeşitli tepkilere de yol açmış, işçilerden politik
partilere, Hipilerden üniversitelerdeki akademik çalışmalara kadar değişik muhalefet
biçimleri oluşmuş, 1968 öğrenci hareketleri ile de tam bir patlama yaşanmıştır. Bu yıllarda
Fordizmin ilkeleri, üretim ve tüketim normları çeşitli muhalefet grupları
tarafından geniş biçimde sorgulanmış, eleştirilmiş ve bazılarınca da
reddedilmiştir. Tüm bu gelişmelerin Fordist üretimde üretkenlik artışının
sınırlarına gelinmesinde büyük rolü olmuştur.
Düzenleme kuramına göre, 2.Dünya savaşı sonrasında sermaye,
tüketim malları kesimindeki verimlilik artışı ile kitlesel satın alma gücünü 20
yıl kadar dengeleyebilmiş, diğer bir deyişle, verimlilik artışı ile ücret
artışları arasında bir denge sağlayabilmiştir. Bu dengenin sağlanmasında
sendikaların merkezi bir rolü olmuştur. Ücretler ve çalışma koşulları toplu
pazarlık ve toplu sözleşmelerle düzenlenmektedir. Fordizmde, çalışanların
örgütlü mücadelesi tamamen bastırılmak yerine yasal kurallarla düzenlenmiş,
kurumsallaşmış, sendikal mücadele bir toplu pazarlık biçimini almıştır. Buna ek
olarak, çalışanlar sosyal güvenlik kurumları aracılığıyla işsizlik, hastalık,
sakatlık, emeklilik gibi çalışamayacakları durumlarda da gelir sağlayabilmekte ve tüketim
normlarını kısmen de olsa sürdürebilmektedir. Devlet, Fordist birikim rejiminin
çelişkilerini hafifletmeye yönelik bir “refah ve
güvenlik” devletidir.
Fakat 1960'ların sonuna
doğru, makinaların sürekli ve giderek daha yoğun kullanımının, verimlilik
arttırıcı potansiyelinin tükenmeye başlaması ile üretim ile tüketim arasındaki
denge bozulmaya başlamıştır. Emek sürecinde Fordizmin sınırlarına gelindiğinden,
verimlilik artışı ile ücret artışı arasındaki üretken döngü artık işlemez
olmuştur. Fordist emek süreci yapısının krizi, onun organizasyonel-politik üst
yapısının da krizi demektir (Palloix, 1976; Aglietta, 1979; Blackburn ve diğerleri,
1985)
Dolayısıyla, üst yapı kurumları olan sendikalar ve sosyal
sigortalar sistemi de birikim rejiminde engel oluşturmaya başlar. Sosyal taleplerin
kurumlaştığı, ücretli emeği disipline eden sendikal yapı, artık rejimin
karşılaştığı zorluklar ve düşen gelişme hızı karşısında sisteme tehdit
oluşturmaya başlamıştır. Bu da, rejim açısından hızla sendikasızlaştırmaya
gidilmesi gereğini ortaya çıkarmaktadır.
1970'lerde ekonomik krizle birlikte ortaya çıkan üretim fazlası,
ürün kalitesine daha fazla önem verme gereğini ortaya çıkarmış, bu da tüketim
normlarının değişmesine neden olmuştur. Diğer yandan, üretimin
uluslararasılaşması ile birlikte dünya pazarına üretim yapmak büyük belirsizlikler
içermeye başlamıştır. Çünkü, çok daha farklılaşmış ürünlerin büyük talep
dalgalanmalarına maruz kalınmaktadır. Fordist üretim sisteminin katı yapısı böyle
bir pazarın gerektirdiği esnekliğe uygun değildir. Bu yüzden de sermaye, içinde
bulunduğu krizden yeni iş örgütlenme ilkeleri uygulayarak, Fordizmi daha esnek
kılmaya çalışarak ve talep değişikliklerine adapte olabilen yeni üretim sistemleri
yaratarak çıkmaya çalışmaktadır (Piori ve Sabel, 1984).