4- POST-FORDİZMDE
SENDİKAL HAREKET
Kapitalist üretimde sanayinin
yeniden yapılanması ile ortaya çıkan post-Fordist dönüşüm karşısında,
sendikaların bu dönüşüm süreciyle nasıl başedebildiklerine baktığımızda,
sendikaların başarılı bir sendikacılık hareketi geliştirdiklerini söylemek pek
mümkün olamamaktadır. Sendikaların toplumsal görevi, işletmelerin rasyonelleşme
stratejilerinin hayata geçmesinin kolaylaştırma işlevine indirgenemeyeceğine göre,
sendikaların başarısı, en azından toplumda elde edilen üretkenliği, iş
güvencesinin çalışanlar arasında belirgin bir şekilde yaygınlaştırılmasına
dönüştürmesi, ücretlerin ve çalışma koşullarının sürekli olarak iyileştirmesi
ile ölçülebilir.
Ancak, sendikaların bu dönemde genel olarak hızla üye kaybettikleri
gözlenmiştir. Gelişmelere bu açıdan baktığımızda, ikinci bölümde ele
aldığımız esnek uzmanlık modeli, üretim sürecinin desantralize edilerek bazı
üretim aşamalarının ya da üretimin bazı kısımlarının küçük ve orta boy
taşeron şirketlere dağıtılması sendikasızlaşmayı da beraberinde ge tirmekte, hatta ekonomik krizle birlikte bu önemli bir hedef haline gelmektedir.
4.1-
Japonya’da Sendikalar
Japon sendikalarının
yalın üretim uygulamaları karşısında nasıl bir örgütlenme perspektifi
geliştirdiklerini incelediğimizde, karşımıza çıkan ilk önemli özellik, bu
sendikaların toplumda tüm çalışan kesimlerin örgütlendiği kurumlar olmayıp,
sadece “çekirdek” işçiler diye tanımlanan sınırlı bir kesime dayalı
örgütlülükler olduklarıdır. Japon sendikaları 1950’lili yıllara kadar,
özellikle işten atılmalara karşı yürüttükleri aktif mücadeleden sonra, iş
güvenliği sorununun bütün işçiler açısından çözümünün olanaksız olduğunu
ve “çekirdek” işçiler ve “geçici” işçiler biçiminde bir ayrışmanın varlığını
kabul etmişler ve işletme ya da işyeri sendikalarına dönüşmüşlerdir.
Yalın üretimde işyeri sendikacılığı işveren açısından bir
uzlaşma zemini yaratılması açısından çok daha uygundur. Çünkü yalın üretime
geçmek isteyen işverenin daha önce ele aldığımız yalın üretime özgü
uygulamaları gerçekleştirmek, yani hem işin yoğunlaşmasını sağlayarak emek
üretkenliğini arttırmak, hem de çalışma sürelerini uzatmak, işkolu bazında
bağıtlanan toplu iş sözleşmeleri çerçevesinde mümkün olamamaktadır.
Dolayısıyla, yalın üretimin doğası gereği, bir işyeri sendikacılığı dayatması
ile karşı karşıya kalınmaktadır.
İşyeri sendikaları ise, işyerinin piyasa başarısına ve
verimliliğine çok daha fazla bağımlı olmaktadır. Bu da, üyelerinin çıkarlarını
en iyi şekilde korumayı getirmemektedir. Piyasa işleyişinin kendine özgü mantığı
ile çelişkili olabilecek taleplerden kaçınılmakta, karşılıklı çıkar birliği
aranmaktadır. Çalışma koşulları ve iş yoğunluğu tamamen gündem dışı
tutulmakta, ancak iş güvenliği ve sosyal güvence alanında bazı haklar ve olanaklar
tartışma konusu edilebilmektedir. Bu da şirketin adanmış işçilerini yaratma
hedefiyle çok uyumlu olmaktadır. Şimdiki durumda, işyeri sendikalarının işyeri
temsilcileri çoğunlukla şirketin anahtar elemanlarından oluşmaktadır. Sonuç olarak,
sendika şirket politikalarından bağımsız bir şekild e üyelerinin haklarını korumakta yetersiz kalmaktadır.
Japon sendikalarının dikkat çeken bir diğer özelliği de,
verimlilik ve üretkenliğe ilişkin politikalara destek vermeleridir. Mikroelektronik
bazlı teknolojik yenilikleri ve üretim yatırımlarını sorgusuz olarak
desteklemişler, üyelerinin buna uygun eğitim almaları için yardımcı olmuşlardır.
Kalite çemberleri, sıfır fire gruplarının faaliyetlerine arka çıkmışlar, bu
faaliyetlerin çalışma saatlerinin dışına taşmasına ve ücretsiz olmasına da
karşı çıkmamışlardır. Ancak böyle tavır alırlarsa kendi işletmelerinin rekabet
koşullarında ayakta kalacağına, bunun da iş güvenlikleri üzerinde olumlu etki
yapacağına inanmışlardır (Deutschmann, 1988:241).
Japon sendikalarının ücret politikalarını belirlemede de bir
gücünün olmadığı görülmektedir. İkinci bölümde belirttiğimiz gibi, Japon
imalat sektöründeki reel ücret artışları sektörde gerçekleştirilmiş olan
prodüktivite artışlarının çok gerisinde kalmıştır. Tekil işletmelerin pazarlarda
elde ettiği güç ücretleri belirleyen temel faktör olmuştur (Tokunaga, 1983:97).
Bunun bir nedeni de, resmi toplu sözleşme görüşmelerinin yanısıra sendika ile
işletme arasındaki informel ilişkilere dayanan dialogdur. Bu ilişki, ulusal düzeydeki
sendikal talepleri göz önüne alma konusunda işyeri sendikalarını zor durumda
bırakmaktadır.
İşletme düzeyinde bağıtlanan sözleşmelerin bir diğer sonucu,
aynı işkolunda dahi çeşitli işletmeler arasındaki farklı uygulamalardır. En
büyük ayrım, büyük,orta ve küçük işletmeler arasında gözlemlenmektedir. Büyük
işletmelerde nispeten tek tip ücret düzenlemelerine gidilse de, işletmenin ekonomik
durumuna göre esnek düzenlemlere de rastlanmaktadır. Örneğin pirim sistemi ile ücret
artmakta veya azalabilmektedir (Jürgens, 1992 :26).
İşyeri sendikalarına, düzenli yani “çekirdek” işçiler,
memurlar ve alt kademe yöneticiler üye olabilmekte, kısmi süreli, geçici işçiler
ile, başka firmadan (özellikle çok yakın ilişkiler içinde bulunulan yan sanayi
firmalarından) dönemsel olarak aktarılmış işçiler üye olamamaktadır. Sendikal
örgütlenmenin hemen hemen hiç görülmediği küçük işletmelerde, daha önce de
bahsetttiğimiz gibi, ücretler % 33-44 daha düşükken, çalışma saatleri de daha
uzundur. Örneğin bunlardan %60’ı haftada 6 tam gün çalışmaktadır. Tedarikçi
küçük boy yan sanayi işletmelerinde çalışanların sendikalaşma çabalarına,
mevcut işyeri sendikaları destek vermemiş hatta karşı çıkmıştır. Bunun nedeni
ise, üyeleri olan merkez işletmelerdeki “çekirdek” işçilerin sahip olduğu
güvencenin temelinde, bu “çevre” işçileri kanalı ile sağlanan esnekliğin yatmasıdır. (Deutschmann,
1988:227; Altmann, 1992:31).
Japonya'da “sendikal katılım” Batı’da ifade ettiğinden çok
daha değişik bir anlam ifade etmektedir. Japonya’daki sendikal katılım, işçilerin
işyerinde önceden tasarlanmış süreçlere, belirlenen işyeri amaçlarına ulaşmak
doğrultusunda katılım anlamına gelmektedir. Diğer bir ifade ile, öne sürülen ya da
uygulanan rasyonelleşme biçimleri, çalışanlar tarafından veri olarak kabul
edilmektedir (Altmann, 1992:31).
Sendikalar, henüz son za manlarda, iş yoğunluğundaki artış, düşen işletme
karları ve özellikle otomobil sektöründeki sendikaların pazarlık koşullarındaki
çelişkilerin baskısıyla, çalışma şartlarına ilişkin genel bir eleştiri
geliştirmeye, ekolojik tahribata ve ürüne yönelik eleştiriler ifade etmeye ve ana
firma ile sevkiyatçı firmalar arasındaki problemlere yönelik eleştiriler getirmeye
başlamışlardır.
İşçiler çalışma saatlerinin uzunluğuna karşı, artık giderek
daha fazla karşı çıkmaya başlamışlardır. Bunun yanı sıra, işletme yöneticileri
de çalışma saatlerinin uzunluğu ile, düşen verimlilik ve yaratıcılık arasında
kalmaktadırlar. Japon Otomobil İşçileri Sendikası (JAW), çalışanların tamamen
tükenmiş durumda olmasından dolayı, aşağıda belirtilen düzenlemelerin
yapılmaması halinde ülke içindeki otomobil sektörünü zor günlerin beklediğini
bildirmektedir.
- Model sayılarının indirilmesi,
- geniş çaplı olarak çalışma sürelerinin kısaltılması,
-işverenlerce sosyal sorumluluk bilinci taşıyan yeni bir üretim
anlayışının geliştirilmesi (Unt erweger, 1992:42).
Japon Otomobil İşçileri
sendikasının üyeleri arasında yaptığı bir araştırmada, “Çocuklarınıza,
otomobil sektöründe bir iş önerirmisiniz?” sorusuna, işçilerin sadece % 4,5’u
evet cevabını vermiş, % 40’ı hayır cevabını vermiş, geri kalan % 52,2 ise
cevaplaması zor demiştir. Buna neden olarak gösterilen şeylerin başında, düşük
ücretler, işlerin ağırlığı ve uzun çalışma saatleri gelmektedir. İşçi
sendikası, değişen koşullar altında geleneksel rasyonelleşme politikalarının
artık işleyemeyeceğini düşünmektedir. Sendikaya göre, yalın üretim ne üretim
hattında çalıştırılan düşük işçi sayısında sınıra gelinmişliği, ne de
çalışma sürelerinin kısatılması sorununu çözebilmekte, aksine bu sorunları daha
da derinleştirmektedir (Masami, 1992:55).
Fakat eleştiriler ve tedirginlikler arttıkça sistemin
sürekliliğini sağlamak için işverenlerde de bir yenileme ve geliştirme çabası
ortaya çıkmaktadır. Örneğin, Toyota en yeni fabrikasında ücret sisteminde
performansın payını azaltmayı, yaşa bağlı bir öde nek geliştirmeyi, abartılı bir “0” stok ilkesi yerine bir
miktar stok taşımayı, ürün çeşitliliğini biraz azaltmayı, yeni projelerde grup
önderleri yerine uzman mühendisler çalıştırmayı tasarlamaktadır (Masami,1992).
Toyota’nın gerçekleştirmeye çalıştığı bu değişikliklerde, hükümetin giderek
artan “fazla çalışmaktan ölüm” olayları karşısında, toplumda yalın üretim
konusunda gelişmeye başlayan olumsuzluğu değiştirme yönünde yaptığı önerilerin
de büyük rolü olmuştur.
Çalışan sayısındaki artışa rağmen, bugün Japon
sendikalarının üye sayısı 1970’li yıllardaki sayının altındadır. Bu
gerilemenin birçok nedeni vardır. Bir neden, istihdam biçimlerindeki değişimdir.
Büyük ve sendikalaşmanın yoğun olduğu işletmelerde çalışan sayısı düşerken,
kısmi süreli, geçici işçilerinin sayısı yükselmiştir. Kısmi süreli çalışan
işçi sayısında, 1976-1982 arasında, imalat sektöründe % 3,2den % 7,2ye, ticaret
sektöründe % 5,6’dan % 12’ye, hizmet sektöründe % 4,2’den % 5,6’ya bir artış
görülmüştür (Deutschmann, 1989:232).
Sendikalaşma oranındaki düşüş ve Japon sendikal hareketinin
gerilemesi bize bir başka gerçeği göstermektedir: İşletme ile bütünleşme ve ona
uygun sendikal politikalar geliştirme taktiği sendikalı sayısının artmasına
yaramamıştır. İşçilerin işletme ile bütünleşip, sendikalı olmayı
önemsememelerine yol açmıştır. Dolayısıyla, işletme çıkarlarına uyum gösterme
politikası sendikalara bir şey kazandırmadığı gibi çok şeyi de yitirmelerine neden
olmuştur.
Japon deneyimden elde edilebilecek belki de en önemli çıkarsama,
sendikaların mevcut gelişmeleri bütünsel olarak değerlendirmelerinin gerekliliğidir.
Bu anlamda oluşturulacak politikaların taşıyacağı özellikler, konunun
araştırmacıları tarafından literatürde şöyle özetlenmektedir:
1) Sendikanın tabanı oluşturan işçiler heterojen bir yapıya sahip
olmaya başlamışlardır. Farklı çıkarları var gibi gözüken bu kitleyi taleplerdeki
farklılaşmayı dikkate alarak kucaklamak, sendikaların en önemli görevi olacaktır.
2) İşçilere yönelik yeni katılım politikaları ve personel
politikaları bağlamında yaratılmak istenen “ endüstriyel demokrasi” kanalları
zorlanmalı ancak, bunların işçi sınıfını bölen parçalayan, bireyselleştiren
yönleri açığa çıkartılmalıdır.
3) Yeni muhafazakar ve yeni liberal partilerin öngördüğü sosyal
devleti ortadan kaldırma operasyonlarının, mevcut kurumsal yapıları, sosyal güvenlik
sistemini ve endüstri ilişkileri sistemini sarsmaması için mücadele edilmelidir.
(Jentsch, 1988:11).
4) Hem ulusal düzeyde, hem de uluslararası düzeyde yaratılmaya
çalışılan merkez ve çevre işçiler sistemine, bu anlamda işçilerin birbirlerine
karşı rekabet unsuru olarak kullanılmaları takdiğine, hem ulusal düzeyde, hem de
uluslararası düzeyde bir bütünleşme çabası ile karşı çıkılmalıdır (Kempe,
1990:145).
4.2- Diğer
Ülkelerdeki Uygulamalarda Sendikal Tavır
Japonların çeşitli
ülkelerde yerli ortaklarla birlikte gerçekleştirdikleri girişimlerdeki yalın üretim
uygulamalarına bakıldığında, yönetimin sendikasız bir işyerini tercih ettiği gibi
bir ortak nokta görülmektedir. Sendikanın girebildiği sayılı işyerinde de, bütün
sendika birimlerinin başlangıçta yönetimle yoğun bir işbirliği içinde olduğu
dikkat çekmektedir. Bu gelişmede işverenin tehditkar tavrı da belirleyici olmaktadır.
Örnek olarak, Henkel Yürütme Kurulu üyesi Roland Schulz’un TİSK’in davetlisi
olduğu bir toplantıda yaptığı konuşma bu açıdan ilginçtir: “Dünya tabii ki
değişiyor ve her işveren daha avantajlı üretim imkanlarını araştırıyor. Sorun
sadece ücretler değil tabii. Başka sebepler de var, kuralların sıkılığı gibi
meseleler var. BMW ABD’y e gidiyor ve orada üretim yapıyor, Mercedes Fransa’ya, Macaristan’a ve
Çekoslavakya’ya gidiyor. Bu durum Alman sendikaları açısından çok zor bir ders
oldu. Sendikalar işçiye düşen payın nasıl artacağını tartışmak yerine işçi ve
işveren arasında paylaşılan pastanın nasıl büyütüleceğini düşünmelidir”
(TOBB,1995).
Sendikaların izlediği uzlaşma politikasının üye işçilerin
tercihlerinden yani ücreti görece olarak iyi olan işlerini kaybetme korkusundan da
kaynaklanmakta olduğunu gözardı etmemekle beraber, sendikaların başlangıçta Japon
yöneticilerle iyi geçinmenin, bu yeni işyerlerinde örgütlenmenin bir önkoşulu
olarak görmelerinin de uzlaşma politikalarında büyük etkisi olduğu açıktır.
ABD’de General Motor-Toyota ortaklığının NUMMI işyerinde
örgütlü olan Amerikan Otomobil Sendikası (UAW) ile gerçekleştirdiği ilk toplu
sözleşme, işçi-işveren uzlaşması açısından örnek alınması gereken, geleceğin
toplumunun bir simgesi olarak gösterilmiştir. Fakat şimdi, bütün sendika birimlerinde
deneyim arttıkça yalın üretimin getirdiği yeni üretim ve yönetim tekniklerine
karşı yapılan eleştiriler ve gösterilen direnç de artmaktadır. UAW’nin NUMMI
sendika temsilcisi gelişmeleri şöyle ifade etmektedir: “...birinci toplu sözleşme
görüşmesinde, üyeler bize çok uzlaşmaz olmamamızı söylemişti. Ana tema, işler
yani istihdam güvencesi idi. Bütün işçiler, tıpkı bizim gibi, şirkete inanmak
istiyordu. Bugün bakış açısı tamamen değişti. İnsanlar, doğruyu söylediklerinde
bile yönetime güvenmiyor” (Berggren, 1993:32). İşte böyle bir deneyimden geçtikten sonra, NUMMI’de
1991’deki yerel sendika seçimlerini yıllar sonra, yönetimle uzlaşmaya karşı
çıkan muhalafet eğiliminin kazandığı görülmektedir.
Yine ABD’de Mazda’nın Detroit yakınlarındaki fabrikasında da,
UAW başlangıçta son derece uyumlu bir sendikal çizgi izlemiş, fakat işçilerin artan
rahatsızlığı sonucu 1989 yılındaki yerel sendikal seçimlerde daha radikal bir
önderlik seçimi kazanmıştır. Bunun üzerine 1991’de diğer Japon fabrikalarına
örnek oluşturabilecek çok önemli bir toplu sözleşme imzalanmış ve üyelerin de
yoğun desteğiyle ilk kez yalın üretimin temel ilkelerinde yönetime bazı şeyleri
kabul ettirmek mümkün olabilmiştir. Fabrika planı ve iş süreci dahil, yeni
teknolojik uygulamalarla ilgili bütün değişiklik planlarından sendikanın önceden
bilgilendirilmesi, dışarıya iş verilmesi ve taşeron kullanımına dair kararlarda
sendikanın daha etkili olması, geçici işçi kullanımının sendika denetiminde
gerçekleşmesi ve tam zamanlı işçi alımını engellemek amacıyla kullanılmaması,
sağlık ve güvenlik gi bi konularda sendikal taleplerin daha etkin kılınması, bu yeni sözleşmedeki
önemli maddelerdendir (Berggren, 1993:31).
Yine Mazda’da UAW ile 1991’de yapılan toplu sözleşme, daha
önceki bölümlerde sözünü ettiğimiz, yalın üretimdeki ince işçi-işveren
dengesinin kırılganlığına iyi bir örnek oluşturmaktadır. Sendika 1991
sözleşmesinde diğer maddelerin yanı sıra önemli bir başarı elde ederek, dört
günlük ücretli izin hakkı elde etmiştir. Bu izinleri kullanmak için işçilerin
sadece birkaç saat önceden amirlerine bildirmeleri yeterli olabilmektedir. Onca
“karşılıklı işbirliği” söylemine rağmen, işçiler, öncelikle Cuma günleri
olmak üzere bu haklarını derhal kullanmaya başlamışlar ve hatta kimi bölümler
Cuma’ları kapanma noktasına gelmiştir. Yönetim bu hakkın kullanımını
kısıtlamak amacıyla özellikle Cuma günleri için prim ödemeyi önerdiyse de
işçiler kazandıkları bu tek özgürlük alanlarını feda etmek istememişlerdir.
Bunun üzerine yönetim anlaşmayı tek taraflı olarak bozmuştur (Berggren, 1993:30).
Anlaşılan Japon yö neticiler,
Mazda’da Japon işçileri düzeyinde bir motivasyon oluşturmakta zorluk
çekmektedirler.
İş yoğunluğunun azaltılması ise, diğer ülkelerdeki yalın
üretim uygulamalarında gerçekleştirilen toplu sözleşmelerin hemen hepsinde
dokunulmazlık içeren bir alan olarak kalmaktadır. Yalın üretimde emeği kuşatan
temel faktörlere karşı bütünlüklü ve kökten bir muhalafet henüz gelişememiştir
(Richardson ve Kilmister, 1994:61). Ancak böyle kökten bir muhalefetin koşullarının
ülkelerin diğer sosyo-ekonomik güç dengeleriyle de belirleneceği gözardı
edilmemelidir.
Bu açıdan, yalın üretimde İsveç deneyimi farklı bir uygulama
olarak değerlendirilmektedir. İsveç’te ekonomik krizin işyerlerine esnekleşme
zorunluluğu gereği olarak yansımasıyla birlikte, sendikaların işverenin yalın
üretim uygulamaları ile ilgili önerilerini kabul etmekten başka bir seçeneği
kalmamıştır. Bu öneriler toplu sözleşme pazarlıklarında işyeri bazında
esnekleşme ihtiyacını karşılamak üzere ekip çalışması ve rotasyonu
içermekteydi. Sendikaların işverene göre konjonktürel olarak daha edilgin durumda
olmasına rağmen, İsveç’in güçlü sendikal geleneklerinin etkisi ile; a)
işyerlerinde çalışanlar arasında Japon tarzına göre daha dayanışmacı bir ilişki
kurulması, b) ücretlerin daha dayanışmacı bir şekilde belirlenmesi ve c) iş
hızının daha düşük tutulması, sendikal hedefler arasına girebilmiştir. Diğer
yandan, İsveç sendikalarının, işin zenginleşmesi veya kuralların çalışanlarla
ortak olarak belirlenmesi koşuluyla, esnek iş normlarına bir itirazı olmamıştır ( Thompson ve Sederlad, 1994:245-248).
Japon şirketlerinin
diğer ülkelerdeki yalın üretim uygulamalarında bu özgül sistemin özünden çok
sapamayacakları ortadadır. Ancak, sendikaların daha güçlü olmasının sistemi
emekçiler açısından daha yaşanabilir hale getirdiği de bir gerçektir. Hiyerarşinin
daha az katı olması, iş örgütlenmesinin daha dayanışmacı olması buradan
kaynaklanmaktadır.
Başa dön
SUNUŞ
GİRİŞ
1- KAPİTALİZMDE TEKNOLOJİK GELİŞMELER
2- POST-FORDİST ESNEK ÜRETİM ORGANİZASYON SİSTEMLERİ
3- POST - FORDİST ÜRETİMDE SERMAYE / ÜCRETLİ EMEK İLİŞKİSİ
4- POST-FORDİZMDE SENDİKAL HAREKET
5- SONUÇLAR VE SENDİKAL TALEPLER
KAYNAKÇA
birmet@ibm.net |