Ana Sayfaya Dönüşon-line kütüphane

MAI - ÇOK TARAFLI YATIRIM ANLAŞMASI

 

TÜRKİYE’DE YABANCI SERMAYE YATIRIMLARI VE MAI

Prof. Dr. Ahmet TONAK

Milliyet gazetesinden iki alıntıyla başlamak istiyorum. İlki ABD Büyükelçisinin bir değerlendirmesini aktarıyor. Şöyle: "Amerika şirketleri bana Danıştay sorununun Türkiye’ye yapılacak yeni yabancı yatırım önündeki tek önemli engel olduğunu söylüyor. Bugün amerikan şirketleri 30 milyar dolar yatırım için hazır beklediği, bu sorun çözülünceye kadar gelmeyecekleri açıklanıyor".
Aynı gün, 21 Nisan 1998 tarihli Milliyet gazetesinden alıntı ise şöyle: "Bir kaç milyar dolar yatırımı göze alan yabancı sermaye bunun sağlam güvencesini de arıyor. Uygulamada yada hukukta sorun çıktığı zaman çözüm ulusal yargı organlarına bırakıldığında kendilerini yeterince hukuk şemsiyesi altında hissetmiyorlar. Türkiye’de özelleştirmenin toparlanmasının başlıca nedeni hukuk boyutlarının yetersiz kalışıdır.
Merhum Özal küreselleşmeye geçerken bir hukuk alt yapısı ihmal etmiştir. Özal döneminde anayasa değişiklikleri yapılırken Türkiye’nin gelirleri belki ikiye katlayabilecek, uluslararası tahkim heyeti maddesi de konulamaz mıydı?" ise de Güneri Civaoğlu.

İki söylem arasındaki benzerlik olağanüstü. Bu kadar açık seçik yabancı sermaye, Amerikan borazancılığı uzun zamandır görmedim ben. Fazla yoruma gerek yok sanıyorum. Şöyle bir sıra izleyeceğim önümüzdeki 10-15 dakika içinde. Genellikle Çok Taraflı Yatırım Anlaşması özellikle basında tartışılırken bağlamının bir miktar eksik kaldığını düşünüyorum. Dolayısıyla söz konusu bağlama ilişkin bir iki şey söylemek istiyorum. Göstereceğim grafiklerle de söylediklerimi desteklemeye çalışacağım. İkinci kısımda da, bu anlaşma yabancı yatırımlara ilişkin olduğuna göre, çok uluslu şirketlerin sermayelerinin akışkanlığının özgürleşmesine ilişkin olduğuna göre, bu boyutların Türkiye deki somutlanışına ilişkin 1-2 noktaya değinmek istiyorum. Çok taraflı yatırım anlaşmasının bugün vardığı noktaya,  ileride nasıl gelişebileceğine ilişkin görüşleri ve son gelişmeleri isterseniz tartışma dönemine bırakalım.

Bu anlaşmanın basında tartışılması bazı önemli konuları gündeme getirdi. Bunlardan bir tanesi yabancı doğrudan yatırımlar. Yabancı doğrudan yatırımlardan, daha çok sermayenin gelip üretken alanlara yatırım yapması kastediliyor. Fabrikalar, makinalar vb. Fakat anlaşmanın kapsamı, yatırım kategorisini yorumlayışı aslında oldukça geniş ve esnek. İzzettin Önder kısmen değindi buna. Sadece üretken sermaye yatırımları kastedilmiyor. Mesela sıcak para girişleri, emlak sektöründe yapılacak spekülasyonlar, borsa oyunları, tahvil alımları, bunlar üzerinde spekülasyonlar, kur  değişikliklerden yararlanan çeşitli spekülatif giriş-çıkışlar, bütün bunları kapsayacak şekilde yatırım kategorisi genişletilmiş vaziyette. Bu noktanın altını çizmek gerekiyor. Genellikle, biz Çok Taraflı Yatırım Anlaşması yabancı sermayenin bir fabrika kurmasına ilişkin yeniden düzenlemeler olduğunu sanıyoruz. Anlaşmanın esas mahiyetinin bu yönde olduğunu düşünüyoruz. Fakat bu doğru değil. Son derece esnek kullanımı söz konusu sermayenin. İkinci konu bu yatırımların taşıyıcıları, yani aktörleri; bence bu da kısmen ihmal ediliyor yine basındaki tartışmalarda. Bu da, çok uluslu şirketler. Dolayısıyla çok uluslu şirketleri soyut bir kategori olarak, bir kurum olarak, aktör olarak tartışmanın yanı sıra, Türkiye’de ne yaptıklarını, nasıl somutlandıklarını kısaca görmekte yarar var. Bu konuda da bir şeyler söylemeye çalışacağım.

Dünya ekonomisindeki son gelişmeleri izleyenler şu anda varılan aşamayı değişik şekillerde yorumluyorlar. Bu yorumlama yapılırken bir kod çok kullanılıyor ve oradan çıkartılan politik görüşlere adeta kaçınılmazlıklar atfediliyor. Bence bu kaçınılmazlık yorumuna katılmak mümkün değil. Kod’u  biliyorsunuz, dünya ekonomisinin son dönemde geçirdiği gelişmelere verilen ad; Küreselleşme. Küreselleşmenin iktisadi bazı sayılabilecek bazı eğilimler var. Küreselleşmeden çıkartılan politik sonuçlar itibarıyla, Ulus devletin miyadını doldurduğu, önemini yitirdiği, dolayısıyla dünya ekonomisinin kendi mantığının artık kaçınılmaz bir şekilde dünyanın her bölgesinde değişik ekonomilerin kaderini tayin ettiği, dolayısıyla ulusal iktisat politikası oluşturmanın çok fazla anlamlı olmadığı, esas olarak ülke ekonomilerinin açılması gerektiği ve uluslararası gidişata ayak uydurabilirsek kalkınma ihtimalinin söz konusu olduğu, doğrudan bu anlaşmaya ve anlaşmanın konusuna ilişkin olarak da, esas olanın yabancı sermayenin bizim tipimizdeki gelişmekte olan ülkelere çekilmesi konusunda gösterilecek başarı olduğu vurgulanıyor. Bunu böyle göremeyenler de işte modası geçmiş vatanseverler, vesaire hatta dinozorlar, şu ya da bu şekilde nitelendiriliyor.
Biliyorsunuz Mehmet Altan bu konuda çok hızlı. Umur Talu’nun yazdığı bir yazıya takılarak "bu modası geçmiş şeyleri bırakalım, aslında yeni bir burjuva devrimi olmaktadır" diyor. Altan’a göre, nasıl Fransa devrimi sırasında Fransa burjuvazisinin devrimci yanı kavranamamışsa, kimi vatanseverler, şu anda bu anlaşmaya karşı çıkanlar da, aslında bu işin devrimci niteliğini kavrayamamaktadırlar. Dolayısıyla bu yanılgıdan bir an önce kurtulsunlar vb. gibi yaklaşımlar dile getiriyor. Şimdi küreselleşme diyelim, ya da demeyelim demin sözünü ettiğim gibi gerçekten dünya ekonomisinde tespit edebileceğimiz kimi iktisadi eğilimler var. Bu eğilimleri genellikle üç başlık altında toplamak mümkün.
Bunlardan bir tanesi uluslararası ticaret. Gerçekten son 15-20 yılda çok hızlı bir şekilde gelişti. Diğeri, uluslararası finans hareketleri, o da çok hızlı bir şekilde gelişti. Bunun bir göstergesi şu: Aşağı yukarı New York bankalarından bir günde spekülatif amaçlı gezen para miktarı bir trilyon dolar. Sadece New York bankalarından dikkatinizi çekerim Dünyanın diğer bankalarını, spekülatif, özellikle kur değişmelerinin ektili olduğu pazarları, finans pazarlarını, dikkate alacak olursak bu miktar daha da büyüyor. Üçüncü yanı ise yabancı doğrudan yatırımlar, yani üretken yatırımlar. Bunlara ilişkin size bir grafik göstermek istiyorum. Çünkü aslında bu eğilim tam da dile getirildiği gibi kalıcı değil. Dönüm noktasına yaklaştığımızı sanıyorum.

Şimdi bunlar, size sözünü ettiğim üç eğilimi, büyüme hızı olarak gösteriyor. Yani bir senede, gösterge 100’den 150’ye çıkarsa o dönemde artma hızı %50 dir. Büyüme hızını böyle düşünerek, bu üç göstergenin değişik dönemlerdeki eğilimlerine bakalım. Bir kere, dünyanın üretim kapasitesini göstermesi bakımından herkesin kullandığı gayri safi milli hasıla gibi bir göstergeye baktığımız zaman, dünyanın ne ürettiği, bütün mal ve hizmetler toplandığı zaman, dolar bazında dünyanın üretim hacmi bir yıldan diğer yıla, bir dönemden diğer döneme ne kadar artmış sorusunu sorduğumuz zaman, 1986-90 arasında, grafikteki  ilk sütun dünyanın gayri safi milli hasılasının cari fiyatlar bazında, yaklaşık olarak %11 hızıyla büyüdüğü görülüyor. Aynı dönemde, uluslararası ticaretteki hızlanmanın göstergesi olarak benim kullandığım, ihracat miktarının artış hızına baktığımız zaman ise, bunun yaklaşık olarak %14 yıllık artışla büyüdüğü görülüyor. Fakat bu her ikisinden de daha hızlı artan, yabancı doğrudan yatırımlar. Bunun yıllık artış hızı ise ilk dönemde %24 . Bu ilişkiyi tespit etmekte yarar var sanıyorum. Yabancı doğrudan yatırımlar hem dünyanın üretim potansiyelinin göstergesi olan gayri safi milli hasılanın artışından daha hızlı artıyor, hem de uluslararası ticaretin hızlanışının göstergesi sayabileceğimiz, ihracat artış hızından da daha fazla artıyor.
Şimdi ikinci dönem 90-96 yılına baktığımız zaman bazı yeni gelişmeler özellikle son döneme ait ipuçları görüyoruz. Bir kere dünya üretimi düşmüştür. 90-96 arasında dünya üretiminin artış hızı %6.4. İhracat yine gayri safi milli hasılanın artışını aşmakla birlikte %7.4 civarında. Aşağı yukarı bir önceki dönemde gerçekleştirdiği yıllık artış hızının yarısına düşmüş. Yabancı doğrudan yatırımlar ise %24’den %17 seviyesine inmiş. Dolayısıyla bütün göstergelerde dünya ekonomisinin bir  yavaşlama içine girdiği, özellikle küreselleşme eğilimlerinin izlenebileceği göstergelere baktığımız zaman ortaya çıkıyor.

1996’da ise, yani bu dönemin son yılına baktığımız zaman aslında durum daha da çarpıcı. Bir kere bütün yıllık artışlar yavaşlıyor ve ihracat yıllık artışı ilk defa dünya üretiminin artış hızının arkasında kalmıştır. Bizim tartışmalarımızla doğrudan ilişkili olduğu için Dünyada yapılan sabit sermaye yatırımlarını da eklemek istiyorum. Sabit sermaye yatırımları ile yine üretken yatırımları kastediyoruz. Fabrikalar, makinalar vs. bunlara yapılan yatırımların artış hızı ise gördüğünüz gibi ilk iki dönemde diğer göstergelerle karşılaştırıldığında onlardan daha az hızlı artıyor. Fakat 1996 yılına baktığımız zaman bir yükselme görüyoruz.
Bunu kaydetmekte yarar var. Demek ki, küreselleşme eğilimlerinde bir duraksama dönemine geliyormuşuz gibi kimi ipuçları yakalayabiliyoruz. Şimdi bu bir sonuç. Bu tip göstergelere bakarak kimi eğilimlerin tespit edilmesi bize, aslında olguların hangi noktaya vardığını tespit etmekten öteye bir şey söylemiyor. Bu gözlemler bir şeylerin sonucu.

Peki bunlar niye oluyor? Küreselleşme eğilimleri, bu göstergelerde izleyebildiğimiz bu gelişmelerin nedeni neydi? Bunun için genel bir şey söylemek mümkün. Genel olarak söylenebilecek şey şu; 70’lerden bu yana, özellikle gelişmiş ülkeler çok ciddi yapısal bir kriz yaşamaktalar. Bu krizden çıkamadılar. Dönem dönem çıkar gibi olsalar da, bu ekonominin kendi inişli çıkışlı dönemsel çevrimlerine tekabül eden kimi büyümeleri yansıtmakta. Özellikle Avrupa ülkelerindeki işsizlik oranına baktığımız zaman, Amerikan ekonomisinde ise düşen hayat standartlarını, reel ücretleri dikkate aldığımızda, 70’lerden beri bu krizin, aşılmadığını görüyoruz. Dolayısıyla küreselleşme eğilimi dediğimiz, uluslararası ticarette, hızlı finans akımlarında ve hatta artan yabancı doğrudan yatırımlarda bir sonuç olarak ortaya çıkan, bu size gösterdiğim istatistiksel bilgiler aslında bu aşılamayan krizin, bence kendini aşmak için gerçekleştirebildiği arayışlar olarak görülmelidir.
Somut bir bilgi buna ilişkin: 1959-70 dönemine baktığımız zaman, yani 11 yıllık dönem içinde  OECD ülkeleri dediğimiz zengin ülkeler grubunun yıllık büyüme hızı  %4.8. Daha sonraki dönemde 70-94 arasında ise, benim kriz olduğunu iddia ettiğim 24 yıllık dönem boyunca  aynı ülkelerin yıllık ortalama büyüme hızı ancak %2.8. Yıllık büyüme hızlarında aşağı yukarı %40’lık bir düşüş var.
Bu olağanüstü bir şey. Büyüme hızları 4.5- 5-6 dendiği zaman bu çok fazla bir şey ifade etmiyor. Fakat bu ülkelerin dünya ekonomisindeki büyüklüklerini, üretim kapasitelerini dikkate alacak olursak, yıllık büyüme hızının yarı yarıya azalması ve bunun 20 küsur yıl yapısal bir şekilde üretilmesi, düzelme eğilimi göstermemesi krizin ne kadar ciddi olduğunu gösterir sanıyorum.

Bunu ben neden olarak görüyorum. Gelişmiş ülkelerdeki kapitalin yapısal uzun dönemli krizini küreselleşmenin nedeni olarak görüyorum.  Bunun bir başka sonucu var; nispeten sık kaydedilen bir boyut, o da şu; ülkeler arası gelir dağılımı korkunç bir şekilde bozulmakta, inanılmaz bir şekilde bozulmakta, bir gösterge veriyorum; dünyadaki en zengin ve en yoksul sanıyorum 7 ülke gruplandırıldığı zaman 1965 yılında en zengin ülkelerin gelir seviyesi en yoksul 7 ülkenin gelir seviyesinin yaklaşık olarak 20 katı. 30 yıl sonra l995 yılında bu tam 40 katı. Yani büyüme hızlarındaki yarı yarıya düşme, gelir dağılımı bozukluğunda zengin ülkeler ve yoksul ülkeler arasındaki fark açısından iki misline çıkış ile birlikte yaşanmış. Bu bizim tartışmalarımız açısından önemli.
Harvard Üniversitesinde bir iktisatçı Williams adında biri bir araştırma yaptı geçenlerde. Acaba günümüz küreselleşmesi ne kadar daha önce yaşanan küreselleşme eğilimine benziyor? Önceki dönemleri izleyerek  içinde bulunduğumuz dönemin gelişme eğilimine ilişkin somut bir şeyler söyleyebilir miyiz sorusunu soruyor. Yine bilindiği gibi dünya ekonomisi böyle bir uluslararasılaşma, globalleşme sürecinden ilk defa geçmiyor. 19. Yüzyılın sonunda da aşağı yukarı 1890’dan 1914’e kadar yani l. Dünya savaşı çıkana kadar yine nicel göstergeler bakımından, aslında çeşitli açılardan günümüzden daha da hızlı küreselleşme eğilimleri yaşandığı bilinmekte.
Şimdi o küreselleşme eğilimi 19. Yüzyılın sonunda yaşanırken, günümüzde yaşadığımız benzer eğilimlerin çıkardığı sonuçlara çok benzer sonuçlar üretti. Bugünkü durum gibi, gelişmiş ülkelerde gelir dağılımının bozulduğunu gözlemliyor Williams. Mesela özellikle Amerika ya keza Batı Avrupa ülkelerine baktığımız zaman, bu ülkelerin içindeki gelir dağılımının bozulduğunu görüyoruz. Gerçi bu ülkeler yoksul ülkelerle karşılaştırıldığı zaman gelir seviyeleri bakımından yoksul ülkeleri kat kat aşmıştır. Ama kendi ülkeleri içinde gelir dağılımı gerçekten bozulmaktadır.

Amerika’da çok barizdir bu. Aşağı yukarı 20 küsur yıldır reel ücretler düşmektedir. Dolayısıyla, aşağı yukarı cari hayat standartını sürdürmek için, aile içinde bir yerine iki, bazen üç kişi çalışmak zorunda kalıyor. Bir fark günümüzdeki dünya ekonomisinin eğilimlerinden şu: o dönemdeki küreselleşme az gelişmiş ülkelerde gelir dağılımını nispeten düzeltmiştir. Şu anda ise gelir dağılımı aslında az gelişmiş ülkelerde tıpkı gelişmiş ülkelerdekine benzer bir şekilde bozulma eğilimi gösteriyor. Bunun en yakın örneği tabi ki Türkiye. Biliyorsunuz neler olduğunu son 10-15 yıllık dönemde.
Bu çalışmasında Williams bir sonuç çıkartıyor: 19.yüzyılın sonundaki küreselleşme eğilimi ilginç bir şekilde I.Dünya savaşıyla birlikte uzun bir süre 35 yıllık bir kapanma, korunma sürecini başlattı. 1914-1950 dönemi, dünya ekonomisinin ihracatına, sermaye akışlarına baktığımız zaman tam bir kapanma dönemi. Dolayısıyla, geçmişte yaşananlar günümüzde küreselleşme diye abartılan sonu gelmeyecek eğilimlerin de sonuna gelinmiş olabileceğimizi düşündürüyor. Tabii ki, tartışmaya açık spekülatif bir yorum.
Şimdi Çok Taraflı Yatırım Anlaşmasının içeriğine çok fazla girmek istemiyorum. Tartışma bölümünde değiniriz. Fakat 1-2 noktaya değinerek, Türkiye deki yabancı sermayeye ilişkin de bir şeyler söyleyerek sözleri toparlayacağım. Bu anlaşma yabancı sermaye yatırımlarına ilişkin, kesinleşirse, uluslararası tahkim kurullarının kurulmasıyla egemenlik, ulusal yargı haklarının yok olması vesaire sonuçlarını yaratıyor. Güney Afrika’da ırkçılık bitmişse aslında bunun önemli bir nedeni de, o dönemde Çok Taraflı Yatırım Anlaşması gibi bir anlaşmanın olmayışı dünyada.
Eğer Çok Taraflı Yatırım Anlaşması gibi bir anlaşma yapılmış olsaydı Amerika Birleşik Devletleri dahil olmak üzere bir çok batılı ülke kendi ülkelerinin çok uluslu şirketlerinin sermaye yatırımlarına koydukları kayıtları koyamazlardı. Bu anlaşmanın getirdiği önemli kurallardan bir tanesi de budur. Ülkeler kendi ülkelerinin çok uluslu şirketlerine, sermaye yatırımlarını herhangi bir nedenle yönlendirecek kayıtlayıcı yeni kurallar koyamıyorlar. Dolayısıyla Güney Afrika ırkçı olarak sittinsene kalabilirdi.

Şimdi yabancı yatırımlar konusuna geçmek istiyorum. Yabancı yatırımlar konusunda dünyadaki eğilimler çok ilginç. Son yıllarda özellikle 3. dünya ülkelerine giden yabancı yatırımlar hızlanıyor. Bunlar bir ölçüde bunun biraz bence içeriğine bakmak lazım. Bir kere doğrudan yabancı yatırımların stok değerlerine baktığımız zaman, fabrika, makine v.s. yatırımları şimdiye kadar nerelere gitmiş? Bunları alt alta koyup topladığımız zaman ve dağılımına baktığımızda, aşağı yukarı % 75’ i kadar OECD ülkeleri arasında, gelişmiş ülkeler arasında paylaştırılmıştır.
Son dönem sermaye yatırımlarına yabancı doğrudan yatırımların akımlarına baktığımız zaman ise bunları aşağı yukarı %60’ı aşan kısmı yine zengin ülkelerin arasında paylaşılıyor. Biraz daha dikkatli bir şekilde bakacak olursak bu sayılara, şu sonuç ortaya çıkıyor. Bu üçüncü dünya ülkelerinin yabancı doğrudan yatırımlarından aldıkları paylar kimler arasında paylaştırıldığında önemli. Aşağı yukarı %75-%80’e yakın kısmı üçüncü dünya ülkelerine giden yabancı doğrudan yatırımların on ülke arasında paylaştırılmıştır. O ülkelerden bazıları Latin Amerika ülkesi diğerleri ise Asya ülkeleri; işte o bildiğimiz kaplanlar vs. Yabancı doğrudan yatırımların kaynaklandığı ülkelere baktığımız da, tamamının %40’ı Amerika ve İngiltere çıkışlı.
Yani 2 tane ülke aşağı yukarı dünyada yapılan bütün yabancı doğrudan yatırımların yarısını kontrol edebiliyor. Amerika Birleşik Devletleri ve Çin’in, yabancı doğrudan yatırımların gittiği ülkeler dikkate alındığında, payları ise %30. Sanki bol yabancı sermaye varmış gibi ortalıkta, bundan dünyanın bütün ülkeleri nasibini alabilirmiş gibi bir manzara yaratılıyor. Böyle bir şey yok. Yani son derece konsantre ve seçici davranıyor yabancı yatırımlar.

Türkiye’de ise yabancı sermayeye ilişkin tartışmalar genellikle hazine verileri kullanarak yapılıyor. Bu verilerde dikkat edilmesi gereken iki husus var. Yabancı sermayeye verilen izinler ikide bir kaydediliyor. Sanki bu bir şeymiş gibi; adam gelip izin alıyor. Ondan sonra yatırımı gerçekleştirmiyor. Dolayısıyla bunu kafamızdan silmemiz lazım. Türkiye de yabancı sermayenin izin almasının hiç bir anlamı yok. Bence olsa olsa ileriye dönük bir eğilimi belki göstermesi bakımından bir anlamı olabilir. Fakat esas olan Türkiye’de gerçekleşmiş yatırımlardaki  yabancı sermaye miktarıdır. Orda da gördüğünüz gibi oldukça inişli çıkışlı bir eğilim ortaya çıkmakta ve bu inişli çıkışlı eğilim hem Türkiye deki düzenlemelerden kaynaklanıyor, hem de, bence, dünya ekonomisinin içinden geçtiği dönem ve hangi ülkelerin yabancı sermaye için cazibe merkezi haline gelmesinden kısmen kaynaklanıyor. Birinci nokta bu.
İkinci nokta ise daha önemli. Pek kayda alınmayan bu nokta: tamam biz Türkiye ye yabancı sermaye çekmek için çırpınıyoruz, yırtılıyoruz. Peki, Türkiye den çıkan yabancı sermaye, diğer ülkelere giden yabancı sermaye. Bu konuda önemli gelişmeler var. Bunlar haberlere yansıyor, satır aralarında bahsediliyor. Bu tartışmanın içinde bu nokta hiç vurgulanmıyor. Bana oldukça ilginç geliyor bu. Türkiye’den çıkan yabancı sermaye, Türkiye’’ye giren yabancı sermayeye oranladığımız zaman 1988 yılı aşağı yukarı oran %10, 1996 yılında Türkiye’den diğer ülkelere yapılan yatırımlar, yani diğer ülkeler açısından yabancı sermaye olan yatırımlar Türkiye deki yabancı sermayeye oranlandığında bu miktar %35, yani 88 den 96 ya kadar Türkiye’den giden sermaye miktarı muazzam bir şekilde artmış. Bence resmi kuruluşlar Türkiye’ye yabancı sermayeyi çekmeye çalışacaklarına Türkiye’den sermayenin gidişini engellesinler. Daha kolay bir yol bu.
Yatırımları arttırabilmek için bu yabancı sermaye geliyor da, gelen bu sermayenin Türkiye’de yapılan yatırımların içindeki oranı dişe dokunur bir miktar mı? Yabancı sermayece yapılan üretken yatırımların Türkiye’nin gayri safi milli hasılası içindeki oranı aşağı yukarı en fazla %4’ler civarında. İnişler çıkışlar gösteriyor. Yabancı sermayenin çekim merkezi olmuş ülkelerle karşılaştırdığımız zaman bu miktar yani %4 civarı, aslında hiçte dişe dokunur bir seviye değil. Bu anlamda yabancı sermayenin Türkiye’de üretken yatırımlar içindeki payı oldukça az.

Şimdi başka bir noktaya geçmek istiyorum: o da şu. Peki Türkiye’ye gelen yabancı sermaye ne yapıyor?  Yabancı sermaye niye önemlidir? Bu konuda iktisat literatürünün söylediği şu: Yabancı sermaye gelip teknoloji getirir, istihdam yaratır. Ondan sonra ihracata yönelik yatırım yaparsan döviz kazancı olur vs. Gelen yabancı sermayenin performansına ilişkin verileri, maalesef biliyorsunuz şirket bilgileri  yasak olduğu için oldukça zor elde etmek. Ön hesaplama olarak İstanbul Sanayi Odasının 500 büyük şirket için derlemiş olduğu veri tabanı kullanarak bir takım hesaplar yaptım. Oradan çıkan sonuç şu:
Bir kere 500 büyük firmaya baktığınız zaman, İstanbul Sanayi Odasının değerlendirme kapsamına aldığı şirketler içinde sermayesi %100 yabancı olan şirket sayısı 19 . Yani 500 büyük şirket içinde 19 şirketin %100 sermayesi yabancı. Bu kriteri biraz esnekleştirdiğimiz zaman %25 ile %100 sermayesi yabancı olan şirketlere baktığımız zaman bu sayı 84’e çıkıyor. Yani 84 şirket 500 şirket içinde yabancı sermayeden  %25 ile %100 oranında yararlanıyor.

Şimdi demin sözüne ettiğim yabancı sermayeyi haklı çıkarmak için, cazip göstermek için kullanılan gerekçelere ilişkin olarak, bu şirketler ne yapıyor sorusunu sorduğumuz zaman: ilk grup yani 19 şirket 500 büyük şirket içinde üretimin  %2’sini üretiyor. Şimdi eğer bu üretim kapasitesine yakın bir şekilde ihracata ve istihdama katkısı var ise, yabancı sermayenin, yerli sermaye ile karşılaştırıldığında çok önemli olmadığı sonucunu çıkarmak gerekiyor. İhracata gerçekten bu 19 şirket üretim kapasitesini aşan bir şekilde katkıda bulunuyor: %2 üretim katkısı, ihracata baktığımız zaman, 19 şirketin %4 oranında katkıda bulunduğunu gösteriyor. Ama istihdama katkısı sadece %2. Yani üretime katkısı kadar istihdam yaratıyor bu yabancı şirketler. 84 şirkete baktığımız zaman ise üretimdeki katkısı %17, ihracata katkısı %23, istihdama katkısı ise aslında üretime katkısından daha az %12.
Son olarak vurgulamak istediğim nokta ise oldukça çarpıcı sanıyorum. Şimdi arkadaşlar bu yabancı şirketlerin emekçiler açısından ne anlama geldiğini sormak, sanıyorum bu ortamda uygun bir soru olur. Bir şirketin performansının, zenginliğinin, yarattığı değerin, işçiler açısından anlamı bu şirketin yaratmış olduğu katma değer içinde işçilerin almış olduğu paydır. Bu payın göstergesi de sermayenin aldığı payın, karın işçilerin aldığı ücrete bölünmesiyle elde edilir. Buna Marx sömürü oranı demiştir. Artık değer oranı da denir. Tabi bizim ülkemizdeki veriler bu oranı çok sağlıklı bir şekilde hesaplamamıza imkan vermiyor. Fakat kabaca, yine Sanayi Odasının göstergelerinden yola çıkarak yaptığım hesaplamalar durumun vahşetini gösteriyor size.

Bir kere bu Sabancı’nın şirketleri 500 büyük şirketin kar ücret oranlarına baktığımız zaman aşağı yukarı %100, yani bir birin sermaye alırsa bir birim de emekçiler alıyor. Mesela Brissa da %500 oranla da. O açıdan da, bence özellikle sendikalar, Çok Taraflı Yatırım Anlaşmasına, yabancı sermaye çekimine ilişkin yapılacak yeni düzenlemeler üzerine görüşlerini belirlerken, emekçilerin, yabancı sermayenin ağırlıkta olduğu şirketlerde karşılaştıkları durumu ortaya çıkan bu tabloyu dikkate almak zorundadırlar.
Şunu söylemek bence mümkün. İşçiler yabancı sermayenin ağırlıkta olduğu şirketlerde yaratılan değerden almış oldukları pay bakımından, daha fazla sömürülmektedirler. Son olarak, Çok Taraflı Yatırım Anlaşması 27-28 Nisan tarihlerinde Paris’de görüşülecek, fakat oradan bir sonuç çıkmayacak. Yani bu anlaşma kesinleşmeyecek. Bu anlaşmanın kapsamı bence yeterince ortaya konmuştur. Bundan sonraki konuşmalarda, buradaki toplantı bakımından belki daha fazla bilgileneceğiz. Bu anlaşmaya ilişkin çıkacak olan karar benim görüşüme göre, bu anlaşmanın tamamen red  edilmesi şeklinde olmalı. Teşekkür ederim.

Başa Dön


 

birmet@ibm.net