MAİ ve benzeri anlaşmaların toplumlara neler getirip,
neler götüreceğini daha iyi anlayabilmek için öncelikle Asya Krizi ve kriz öncesi
Asya Ekonomisini durumu, Asya Kaplanları, Asya Mucizesi olayına kısaca bir göz atmakta
yarar var. Bu gerçekten, hiç kimsenin arzu etmediği, istek dışı oluşan ve
tüm kesimlere zarar veren bir "kriz" mi?, yoksa sermaye savaşlarının 21.
Yüzyıl versiyonu mu?
1980li yıllardan itibaren, Uzak Asya sermayesi yeni ve
farklı bir üretim modeli benimsedi. Bu üretim, ucuz hammadde ve ucuz emeğin de etkisi
ile batı üretim modeline göre çok daha düşük maliyetli bir modeldi. Dünya
nüfusunun büyük bölümünün yoksul ve dar gelirli olması, bu ürünlerin, dünya
pazarlarına pek de zorlanmadan girmesine yardım ediyordu. Giderek, tüm ülkelerde
ünlü batı markalarının yanı sıra "Kia" "Hyundai" "Made in
Taiwan" "Made in Korea" etiketleri görülmeye başlandı. Ve batı
sermayesinin dünya pazar payı hızla gerilemeye başladı. Ucuz ve kısa sürede
tüketilmeye yönelik, dayanıksız ürün türünün üretimin sürekliliğine dayalı
olması da, Batı sermayesinin bu gidişe bir an önce "dur" demesi için
yeterli bir sebepti.
Uzak Asya sermayesinin en büyük desteği ise, hızlı
nüfus artışından kaynaklanan ucuz emeği , diktatör bölge yönetimlerinin de
yardımı ile olabildiğince sömürmeleriydi. Ancak, aşırı sömürü 1996 yılının
sonlarında beklenen doğal sonucunu verdi ve dünya G. Kore işçi Hareketinin baş
kaldırışını izlemeye başladı televizyonlardan. Bu baş kaldırış öyle 100,200
bin kişilik gösteriler değildi. Milyonlarca işçi her gün sokaklardaydı ve daha da
tehlikelisi bu durumu her gün, bütün dünya görüyor, izliyordu. Ya bu isyanı tüm
Asya işçileri örnek alırsa veya dünyanın diğer bölgelerindeki işçiler bir anda
durumu kavrayıp, onlarda isyan bayrağını çekerse, o zaman ne olacaktı. Bu hareketin
bir an önce durdurulması kaçınılmazdı.
Asya ekonomilerini kriz öncesindeki makro ekonomik
verileri de oldukça ilginç çünkü, düşük enflasyon, fazla veren bütçe yapıları
ve yeterli döviz rezervleri ile bölge hiç de ağır bir krize girişin sinyallerini
vermiyordu. Öyle ki Asya’daki bu hızlı kalkınmaya çeşitli övgüler yağdırırken
(Asya mucizesi, Asya Kaplanları), bugün bu krizin olacağının daha önce
anlaşıldığını yazan iktisatçılar da, tüm dünya yatırımcılarını Asya’ya
davet ediyordu. Tüm dünyanın mutabık kaldığı tek konu ise "Asya’daki fazla
stoklar"dı. Ama, bu dirim bile krize yol açabilecek bir olgu gibi görülmüyor,
hatta bazı araştırmalarda Asya ihracatının önümüzdeki yıllarda daha da
artacağının müjdecisi olarak kabul ediliyordu. (Uluslararası Metal İşçileri
Federasyonunun 1990-1996 dönemini kapsayan otomotiv sektörü araştırması)
"Sözde kriz"in başlaması, Amerikalı spekülatörlerin hızlı satışları
ve sermayenin yeni savaş silahı "FİNANS PİYASALARI"
Evet, bu durumu gerçek bir "kriz" olarak nitelendirmek, tüm sebep, gelişme ve
sonuçları görmezden gelmek olacaktır.
Bu gidiş, bölgeye savaş ilan edilerek de durdurulabilirdi. Ama savaş faillerinin
dünya kamu oyu tarafından lanetlenmesi ve bu, dünyanın en kalabalık kıtası ile
savaşmanın riskleri çok yüksekti. Bunun yerine failleri asla ortaya çıkmayacak, etki
alanı çok daha geniş ve hiç yatırım yapmaya, risk üstlenmeye gerek kalmayacak bir
silahı vardı ulus ötesi sermayenin. FİNANS PİYASALARI.
Bu piyasaların 1980’li yıllarda başlayan dayanılmaz yükselişinin en önemli
nedeni, kapitalist sistemin doğal bir sonucu olarak aşırı büyüme gösteren
sermayenin değer kaybetmesi ihtimalinin belirmesiydi.
Kuşkusuz bu gerçek topluma açıklanamazdı, bunun yerine sermayeyi tabana yaymak, reel
ekonomiye kaynak sağlamak gibi yanıltıcı ifadeler kullanıldı.
Ama gelişmeler bunun tam tersini gösteriyor.
1982-1996 döneminde, Türkiye’deki 500 büyük firmanın net sermaye gelirleri %275
artarken; net bilanço karlarındaki artış %516’ya ulaşmıştır.
Ulus ötesi şirketlerin büyüklükleri ve güçlerini gösteren rakamlara
bakıldığında ise tablo gerçekten dehşet verici.
Dünyanın en büyük 10 finans kuruluşunun toplam aktif tutarı 4.8 trilyon dolar ve bu
tutar, küresel türev (Finans enstrümanlarını risklerini azaltmaya yönelik, vadeli
işlemler) piyasaları hacmine yakın bir büyüklük. İçlerinde sadece 4 tanesinin
toplam piyasa payı, dünya piyasa hacminin %40’ına eşit.
Üretim bazında ise, dünyadaki 200 ulus ötesi şirketin toplam satışları, küresel
üretimin %25’ini oluşturuyor.
IMKB’deki hisse senedi fiyat artışlarının ise ekonomik veriler yada şirket
bilgilerine dayalı olmadığı, tamamen spekülasyonun hakim olduğu bilinmektedir.
Peki Spekülatör kimdir?
Borsa içindeki en güçlü sermaye ve piyasaya yön verebilenlerdir. Bu noktada üretim
ve rant sermayesi ayırımını yapamazsınız, çünkü bu iki kavram iç içe
geçmiştir ve borsaya kanalize edilen sermaye, üretim gelirinin arta kalan kısmıdır.
Borsa krizlerinde herkes kaybetmez. Kazananlar ve kaybedenler vardır.
Spekülatif krizler borsadaki hakim sermayenin borsa kazançlarını arttırır. Çünkü
krizler, çoğunlukla bu hakim, spekülatif sermaye grubu tarafından çıkarılır.
ABD’de bir dönem Hazine Bakanlığı da yapmış olan Roger Altman, Asya Krizi
sonrasında basına yaptığı bir açıklamada şunları dile getirmiştir.
"Asya Krizi, dünya finans piyasalarının yeni bir ulus ötesi devlet olarak ortaya
çıktığını göstermiştir. Bunları hiç kimse seçmedi."
Şimdi buradan tekrar Asya Krizine gelelim.
Ulus ötesi sermaye, silahını belirledikten sonra, ilk iş olarak Bölge Borsalarına
çok büyük yatırımlar yaptı. Oldukça küçük ve ele geçirilmesi de bu bakımdan
son derece kolay olan bu borsalar, kısa süre içinde doğal olarak büyük bir
performans göstermiş gibi oldu. Aslında yapılan, bu Borsaların geliştiğine tüm
kıtaya ve ardından da dünyayı ikna ederek, küçük yatırımcının harekete
geçirilmesiydi. Yöntem amacına ulaştı ve Asya mucizesi gerçekleştirildi. Dünyanın
her yerinden mali sermaye akımına uğrayan Bölge Borsaları adeta patlama gösterdi ve
inanılması zor, index ve işlem hacmi artışlarına sahne oldu.
Ardından, ulus ötesi sermayenin kendine özgü kuralları ile harekat başlatıldı. Bu
kuralların, gizlilik, yapılan Borsa yatırımlarını çok fazla sayıda Borsa ve aracı
kurum üzerinden gerçekleştirerek yatırımların Borsadan çıkışı konusunda diğer
yatırımcıları aldatma ve kendi çıkarları doğrultusunda medyayı kullanma olarak
özetleyebiliriz.
Krizin başlamasından bir süre sonra, ABD’li çıktıkları ve yatırımlarını emin
bir limanda (Walf Street Stock Exchange) Dinlendirdikleri öğreniliyor.
Tabii müthiş bir vurgun vuran, borsalara en düşük zamanında girerek yatırım
araçlarını en ucuz fiyatlardan toplayan, ardından küçük yatırımcıyı sahneye
çıkartıp elindeki menkulleri en yüksek değerden bu kesime satan Ulus ötesi
spekülatif sermaye o kadar yorgun düşmüş ki, dinlenmek için seçtiği alanın ABD
borsaları olmasa kimseyi şaşırtmamalıdır.
Krizin sonuçları:
Asya bankacılık sistemleri çökertilmiş, bölge ekonomilerinin IMF ve Dünya
Bankasının boyundurluğu altına girmesi sağlanmıştır.
IMF ve Dünya Bankası tarafından sunulan acı reçeteler, Bölgenin Mali Piyasalarının
sonuna kadar yabancı yatırımcılara açılmasını şart koşmaktadır.
ABD’nin Japonya ile olan ticaretindeki açığın, ucuzlayan Japon üretimi ve acı
reçetelerin de yardımı ile küçülme ve hatta pozitife dönme ihtimali belirmiştir.
Bölgedeki üretimin gerilemesi, küçük ve orta büyüklükteki işletmelerin tasfiyesi,
büyük ölçekli firmaların ise ciddi hasar görmesi sağlanmıştır. Asyalı
yatırımcılar ulus ötesi yatırımlarını yavaşlatma, yer yer de durdurma kararı
almışlardır.
Ayakta kalmayı başaran bir kısım bölge şirketlerinin özelleştirilmesi gündeme
gelmiş, ABD’li yatırımcılar fiyatların daha da düşmesi için pusuda beklemeye
başlamışlardır.
Bölgedeki otoriter siyasi yapılar, yükselmekte olan işçi hareketini, krizi öne
sürerek kesmişler, sendikalardan da işten çıkarmalar ile bunu kolaylaştıracak yasal
düzenlemelere karşı sessiz kalmalarını istemişlerdir.
ABD Mali Piyasalarında uzun dönemden beri sorun yaratmakta olan likidite sorunu,
spekülatörlerin sağlam para, (dolar) a geri dönmeleri ile aşılmış noktasına
gelmiştir.
Hızlı kalkınma dönemlerinde, işsizlikten tam istihdama doğru yol alan tüm
piyasalarda olduğu gibi, Asya’da da ücret düzeyleri, kriz öncesinde o eski düşük
düzeyini kaybetmişti. Kriz sayesinde tam istihdam tehlikesi atlatılmış, piyasalar
yeniden aç, yoksul, işsiz ve güvencesiz bırakılarak emeğin ucuzlaması
sağlanmıştır.
Bu sonuçlara rağmen bu olaya kriz demek mümkün mü?
Ülkelerin maddi ve ekonomik krizlerden kendilerini koruyabilecek tüm unsurlar, ulus
ötesi sermaye tarafından birer birer ortadan kaldırılmaktadır.
Aralık 1997’de Dünya Ticaret Örgütü kapsamında imzalanan ve Mart 1999’da
yürürlüğe konacak olan bir anlaşmaya göre, Dünya Bankacılık ve Sigortacılık
piyasalarının genişlemesi için tüm uluslararası engellemeler ortadan
kaldırılıyor. Yani Dünyanın en hızlı gelişen, ulus ötesi sermayenin yeni savaş
silahı olan, trilyonlarca dolar değerindeki bu piyasalar açık piyasa koşullarına
geçiriliyor.
İmzalanmak için sırada bekleşen diğer Çok Taraflı Kuralsızlaştırma Anlaşması
da MAI.
İlk bakışta tamamen Ulus Devletler ve Ulus Ötesi sermaye arasındaymış gibi
görülen bu anlaşmanı gerçek .................... acaba kimler?
Tüm dünyada oluşturulan MAİ karşıtı kampanyaların düzenleyicilerinin sendikalar,
çevreciler ve sivil haklar olması sadece bir yanlış anlama yada alışagelmiş bir
muhalefet anlayışı olarak algılanabilir mi?
Sermayeyi bir üretim faktörü olarak kabul eden görüşün temel gerekçesi - risk
unsuru - MAİ ile ortadan kaldırılmak isteniyor.
Peki bu risk kime yüklenmeye çalışılıyor?
Görünüşte ulus devletlere, ama G. Kore Hükümetinin IMF’den aldığı 20 milyar
dolarlık kredinin faturasının işçilere, sendikalara ve diğer yoksul kesimlere
çıkarıldığı ve Endonezya’da yaşatılan sözde krizin bedelinin yıllar boyu
yoksul ülke halkının omuzlarına yükleneceği yada o kadar uzağa gitmeden, ülkemizde
1994 yılında yaşanan ekonomik krizden kimlerin en çok zarar gördüğü hatırlanacak
olursa, bu anlaşmanın gerçek muhatapları da daha iyi görülebilecektir.
MAİ’nin hayata geçirilmesi ile birlikte, tazminat ödeme ve yabancı sermayeyi
küstürme korkuları ile hareket edecek olan az gelişmiş ve gelişmekte olan ülke
hükümetleri, daha çok taviz veren bir konuma geçecek, üstelik devlet yapıları
zayıflatılacağı için sosyal boyut da tamamen terk edilecektir.
Özelleştirme olgusu hızlanacak, muhtemelen işsizlik ve
sendikalaşma artacaktır.
Rekabet koşullarına dayanamayan KOBİ’ler tasfiye edilecek, rekabet kimilerinin iddia
ettiği gibi ürünü ucuzlatmak yerine, sendikaların dışlanması ve ücret ve sosyal
kazanımların gerilemesine yol açacaktır. (Gümrük Birliği sürecinde olduğu gibi)
Egemenlik ve bağımsızlık tamamen kaybolacağı, devlet kurumlarının ulus ötesi
sermayenin emir eri konumuna getirileceği bu anlaşma ile kültür ve sanat gibi
toplumsal nitelikler de değişime uğratılacak ve bu kurumların emekçileri de tıpkı
diğerleri gibi dışlanacaktır.
Hatta devlet tarafından halk sağlığını koruma amacı ile yapılan bazı duyurular,
anlaşmadaki "kamulaştırma yasağı" ile engellenebilecektir. (örnek:
sigaranın sağlık için zararlı olduğu duyurusu, yabancı şirketin satışını
güçleştireceği için yapılamayacaktır.)
OECD içersindeki Sendika Danışmanlık Komitesi’nin MAİ raporunda yer alan bir
cümlede, Komitenin OECD’ye grev durumunda oluşabilecek muhtemel zararların
tazminatlar kapsamında yer almayacağını belirten bir maddenin anlaşmaya eklenmesi
önerisinde bulunduğu anlatılmaktadır.
Evet, durum bu kadar yakıcı ve yıkıcı.
Aslında, belki de tüm bu tehlikeleri anlatmak yerine, anlaşmanın can alıcı maddesini
aktarmak daha doğru olacak.
Taraf Devletler, 5 yıl süre ile anlaşmadan çıkamayacak ve çıktıktan sonra da 15
yıl süre ile anlaşma hükümlerini uygulamak zorunda olacaklar.
Eğer bu anlaşma tüm tarafların yararına olsaydı, bu tip bir bağlayıcı hükmün
zikredilmesine hiç gerek kalmazdı.