Ana Sayfaya Dönüşon-line kütüphane

MAI - ÇOK TARAFLI YATIRIM ANLAŞMASI

 

MAI’NİN

İŞÇİ SINIFI VE SENDİKALAR ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ

 Şükran SONER

MAI’yi ilk duyduğumda, bunun başımıza ciddi bir bela olacağını sezgilerimle anlamaya çalıştım. Ondan sonra dinlemeye ve izlemeye çalıştım sonra da öğrendim ki, o bizim adını yeni duyduğumuz olayla, başkaları -ki buna bizim Devletimiz mensupları da dahil- yıllarca ilgilenmiş, uğraşmış, üzerinde çalışıp, düşünce üretmişler, o ortaklığın içine girmenin koşullarını yaratmışlar, dünya düzeyinde de pek farklı bir şey olmamış, dünya kamuoyunda da ağırlıklı olarak, içinde siyasal partiler ve sendikal hareketin de yer aldığı sivil toplum MAI’yi sonradan öğrenmeye başlamış.
Oradan öğrenilip; çıkarlar açısından tepki yeni ortaya çıktığı içindir ki, yarın imzalanması gerekirken, ertelendi, tartışmaları başladı ama iş yıllar öncesinden kotarılmış.

Şimdi ben işçi gözü ile MAI den ne anladığımla ilgili önce fıkramsı bir olay aktarmak istiyorum. 12 Eylül sürecinde bir köylü arkadaşımız tutuklu yatıyor, yanında siyasiler var, bilinen ünlü aydınlar, herkes suçu ile ilgili bir şey konuşuyor, sonra akıllarına geliyor ve susan köylü arkadaşa "sen niye buradasın" diye soruyorlar. "Valla bilmem ki şey" diyor köylü arkadaşımız. "Ben anayasayı tangır tungur etmişim".
 Şimdi MAI den benim anladığım, vatandaşımız anayasayı tangır-tungur ettiğinden içeri girecek ama anayasayı savunmak ve ayakta tutmakla görevli Devletin en yetkili kişileri, sadece bizim ülkemiz için değil, söz konusu tüm ülkeler için anayasayı tangır-tungur edecekler. Neyin adına? Dünyanın en güçlü sermayesinin, paranın çıkarları adına. Zaten bu ediliyordu, buna ne gerek var diyeceksiniz. Bununla ilgili olarak da bazı satır aralarını göreceğiz yine. Burada, bir uluslararası sendikacılık toplantısı vardı, Antalya’daydık sanıyorum. Avrupa Sendikacılık hareketinin bütün önemli liderleri o toplantıdaydılar. O gün radyo haberlerinde, iki Almanya’nın birleşeceği, Doğu Bloğunun yıkılacağının sinyallerini veren bir gelişme oldu. Batı Sendikacılık hareketinin mensupları olmaları ve bu tip bir gelişmeyi de arzu ediyor olmaları nedeni ile kendilerine 2-3 cümle ile bu gelişmeyi aktardım. Hepsi birden, aralarında anlaşmış gibi "Eyvah" dediler. Ne oldu dedim, siz bunu istemiyor muydunuz?
 "Biz bunu, uzun süreç içinde istiyorduk ama, buna hazırlıklı değildik, başımıza gelecekleri bilmiyoruz" dediler.

Yine bir başka anımı aktarayım. Buradaki Sendikacı arkadaşlar bunu biliyorlar. Enzo Frizo gelmişti Avrupa Sendikal Hareketinin Genel Sekreteri olarak, İstanbul’da DİSK adına bir Konferans da konuşuyordu. Konu özelleştirmeye geldi ve dedi ki "Biz özelleştirmenin, işçi sınıfı için işsizlik, yoksullaşma olduğunu öğrenene kadar, ideolojik bombardıman öylesine egemen oldu ki, uygulama aldı yürüdü arkasından önlem almaya çalışıyoruz". Daha sonra hatırlayacaksınız, Enzo Frizo, Sendikacılığın ayıplarından kendi adına utanç duyduğu için, görevinden istifa etti. Şimdi, insanlık, küreselleşme ile ilgili, insanlara ne getirdiği ve toplumdan yana bir geri kalış süreci yaşıyor.

Ülkemizde de dünyada da sendikacılık hareketi, siyasal hareket ve sivil toplum hareketi insanlığa bedeli çok ağır olan bu, küreselleşme ve yeni dünya düzeni -yeni dünya sömürü düzeni aslında- sadece çok uluslu tekelleri ve paranın çıkarları adına yeni hareket ve ilişki ağları içinde insanlığa getirilenlerin sonuçlarını çok ağır bedelleri ile gördükten sonra konu konu uyanıyor. Ve aslında yaşanmakta olan sorunlar ve bu yeni MAI dediğimiz olayda, bizim karşı duruşumuzdan değil, insanlığın karşı durabilmesinden değil, -insanlık darmadağın çünkü- kendi içinde, kendi çıkmazlarından kaynaklanan yeni aşılar, yeni dopingler yaşıyor.
Doğu bloğu parçalandıktan sonra, zaten ideolojik anlamda ve toplumsal tepki olarak savunmaya gerek kalmadı, Devleti küçültelim, sosyal devletin aracı olan kamudan vazgeçelim, hatta o kadar ileri gidelim ki- özellikle az gelişmiş ülkelere dayatma haline geldi Dünya Bankası reçeteleri, IMF reçeteleri, ne demek sosyal devlet, ne demek sosyal güvenlik sistemi, ne demek kamu hizmeti, eğitimi her şey paralı, her şey satılık olsun, düzen çıkarlarına uyduğu kadarı ile düzenin devamının önlemlerini alsın. Fakat düzen kendi içinde bazı çıkmazlara giriyor.

Şimdi "MAI nereden geldi" sorusu ile ilgili, benim kişisel bazı sezgilerim var. Dünya Bankasının Türkiye’de TÜSİAD ile birlikte bir toplantısı oldu. Daha çok Sosyal Kapital ile ilgili bir gündemi vardı toplantının. Fakat sosyal kapital derken bizim daha önceden bildiğimiz sosyal devlet anlaşılmasın -ondan çok farklı bir şey, -ben orada öğrendim, daha önce bilmiyordum, meğer bu, yeni dünya  sömürü düzenindeki büyük sermayenin, işçiliği bütün dünya düzeyinde ucuzlattıktan sonra, hani bize mucize olarak gösterdikleri işte Güney Kore’si, Endonezya’sı modellerini yarattıktan sonra yeni çıkmazları varmış. Yeni çıkmaz daha da ucuz işçilik,daha da çok kâr -ki hocamız da belirtti dünya sermayesinin akışkanlığında bir duraksama var, beklenen hareket ve beklenen gelişme olmuyor- bir iç kriz söz konusu olmuş. Nedeni ile ilgili bir ipucu yakaladım o toplantıda, meğerse üretimdeki sermayenin işçiliğe ödediği bedel, önemsizleşmiş, emek çok ucuzlamış ama emeği ucuzlatmak kârlılığı bir noktadan sonra bir anlamda tıkamış çünkü rüşvete verilen para, maliyet emeğe verilenin 2 katına filan ulaşıyormuş. Üstelik, -ister gelişmiş, ister az gelişmiş, diktatörlükle yönetilen kısacası her yere uzanmış bu rüşvet ve yolsuzlukların kolları, düzen yaratmış bunu- o kadar çok rüşvet vermek zorunda kalıyorlar ki, bir de riskleri var, istikrar yok, sandık demokrasilerinde iktidarlar düşebiliyor birden bire, bu hükümetlerin halkın yüzde kaç oyu ile geldiği önemli değil. Hükümetin istikrarlı olması önemli, yani verilen rüşvetin boşa gitmemesi önemli.
Rüşvet derken, illâ parasal rüşvet olması gerekmiyor. Yani düzene verilen rüşvetin istikrarlı olması gerekiyor. İktidar gidiyor, darbeler oluyor, Cuntalar gelip-gidiyor, ya da biliyorsunuz mesela Rusya’da Başkan kızıyor, "Başbakanı azlettim" diyebiliyor. O Başbakanla bağlantılı olarak yapılmış, tüm uluslararası tekel menfaat anlaşmaları havada kalıyor. Düşünün bir kere, bir ÇUŞ Petrol Boru Hattı anlaşması doğrultusunda bir yatırım yapmış. Evet sermaye şimdi de rüşvete karşı örgütleniyor. Dünya Sermayesi, rüşvete karşı OECD gibi bir örgüt kurdu, ve sonunda amaçları, rüşvete yaptıkları yatırımların boşa gitmemesi. Bunun önlemleri ile ilgili, Dünya Bankası uzmanları projeler geliştiriyorlar.

Bu konuda çok komik örnekler var. Mesela "sadece siyasi iktidarı satın almakla kalmayın, bütün ülkenin ne kadar örgütü varsa hepsini satın alın, bir tür ortaklıklarla" diyen formüller var. Sosyal Kapital işte bu oluyor. İşte şimdi de dünya düzeyindeki bir hukuk sistemi ile, bütün ülkelerin anayasalarının tangır-tungur ederek, bu ülkelere gelecek sermayenin ki, bu sermayede MAI de gördüğümüz kadarı ile rant olarak gelen para da var. Bu paranın da güvencesini bağlayalım. Yani sistem zaten işliyor, zaten var, ama mevcut riskleri daha aza indirelim.
Benim düşüncem bu. İşçi boyutundan anlayabildiğim bu. Gerisi madde madde tartışılması ve tabii çok daha iyi bilinmesi gerekiyor ama burada bizim sorunumuz, ne yapacağız. Çünkü bu, bir tek olayda değil, her olayda yaşanıyor ve temel sorun dünyadaki bu düzenin- ki bugünkü sömürü düzeni geçmiştekinden çok daha acımasızdır. Silah zoruyla değil, doğrudan doğruya beynimizi satın alarak insanlıktan yana olan örgütlenmeleri, insanların çıkarlarına yabancılaştırarak, sendikaların, siyasi partilerin ideolojilerin işini bitirerek yapıyor bunu. Ve medyatik çağ dediğimiz olayda, düzen çarkının, doğrudan doğruya bu düzenin adına hizmet eden bir çarka dönüşmüş olması.
Ne demek istediğimi somutlaştırayım isterseniz. İngiltere’de Teatcher’ın iktidara gelişi ile, Murdac’ın tekelleşmesi aynı tarihe rastlıyor. Ve Murdac grevlerinde -İngiltere basını Teatcher ile Murdac’ı miki ve fare olarak çiziyordu ve bu iki ismin karikatürlerde yan yana gelişi bir rastlandı değildi, hatta zaman zaman birini erkek, diğerini de kadın şeklinde domuz sevgililer olarak da yansıtıyorlardı- bu iki taraf, ortaklaşa bir düzeni yarattılar. Ne yaptılar, İngiltere’de sosyal devleti -belki şu anda bize göre halâ çok ilerde ama- korkunç oranda geriye götürdüler. İngiliz Sendikacılık hareketinin yüzyılların kazanımını çok önemli ölçüde geri götürdüler. Sendikalı işçi sayısını yarı yarıya düşürdüler, sadece birkaç yıl içinde. Bu korkunç bir püskürtmedir, korkunç bir ideolojik yabancılaştırmadır.

Şimdilere dönüyoruz, yine aldanmayalım, ne oluyor İngiltere’de tekrar sol parti iktidara geldi. Batıda solun zaferi falan diye söylemler var. Aynı şey Almanya’da gündemde, ama biraz deştiğiniz zaman -burada yine bir toplantıdaydık birlikte, yine Sendikacılık hareketinin Genel Sekreteri vardı, Friedrich Ebert’in bir toplantısında, kendisi kara mizah benzeri bir söz etmişti "Ben bugün buradayım, yarın İngiltere’ye döndüğümde benim Sosyalist başkanımın ne kadar sağa kaymış olacağını bilemiyorum." -durumu görebiliyorsunuz.
 STD’ nin kurultayından haberleri gören arkadaşlarımız vardır, bugün STD’ nin programı, vakti zamanındaki sağ partilerin programlarından belki çok daha sağda (ideolojik anlamda). Kısaca bir "Teslim olma süreci" yaşıyoruz. Akıl almaz bir insanlık sömürüsüne karşı, insanlığın bütün, yaşamın her alanında bu bir kaos’ mudur. Hayır bu bir sosyolojik olaydır. Fransız Devrimi kendi içinde devrimdi. Ama Fransız Devriminin arkasından müthiş bir işçi sınıfı sömürüsü olayı yaşandı. Ondan sonra Marksizm gelişti, sendikalar çıktı, sol partiler çıktı,sosyal devlet kavramı gelişti, şimdi dünya ölçeğinde, hem de sanal sömürünün de içine girdiği çok daha büyük  ve insanı kendine yabancılaştırarak ve çok kolay yoldan bir sömürü olayı yaşanıyor.

Bunun boyutlarıyla ilgili birkaç örnek vermek istiyorum. Uluslararası Çalışma Örgütü ILO’da, 80’li yıllarda biz giderken, hani Türkiye’nin demokrasiye dönüşümü için mücadele verirken, sığındığımız, sarıldığımız ILO sözleşmeleri. Bugün ILO, bizim o zaman demokrasi adına işçi haklarına sığındığımız sözleşmelerini savunmaktan vazgeçmiş gibi bir şey. Yani bu söylem yine yapılıyor ama, pratikte vazgeçmiş görünüyor. Çünkü bu sözleşmelerin geçerli olduğu, yararlanabilen işçi sayısı dünyada komik düzeyde kaldı. Dünyada üretenlerin, emeği ile geçinenlerin  çoğu kayıt dışı ekonomide, akıl almaz bir sömürü biçiminde gelişti her şey.

 Hafta içinde Türkiye’de iki tane toplantı oldu. Birisi Ankara’da ve İşçi Sağlığı-İş Güvenliği konusundaydı. El insaf, yani o kadar kısa bir zamanda 70’li yıllarda falan Türkiye’de İşçi Sağlığı-İş Güvenliğinin önemini anlatmaya çalışan bir sendikacılık hareketi ve toplu pazarlık haklarından yararlanan ve Türkiye’deki İşçi Sağlığı-İş Güvenliği düzenlemelerinin ne kadar kötü olduğunu algılamaya başlayan bir işçi sınıfı vardı. Meslek hastalıkları hastaneleri yeni kurulmaya başlamıştı. Aydınların çabaları, doktorların yardımları ile kurşun zehirlenmesi veya diğer kimyasalların zararlarını yeni yeni öğrenmeye başlamıştık. Birileri daha yeni yeni çevre zararlarını anlatır olmuştu. Kısaca Türkiye’de bir kıpırdanma vardı. Doktorlarımızın çabası ile seminer düzenlendi ve gördük ki artık öyle bir sorun yok Türkiye’de. Çünkü böyle bir gündem yok. Çok daha yüksek oranlarda, daha tehlikeli boyutlarda zehirlenmeler oluyor, çok daha ağır koşullarda çalışıyor Türkiye İşçi Sınıfı, çok daha fazla çocuk çalıştırılıyor, çok daha fazla meslek hastalığı var ama meslek hastalığı kaydı bile yok. Bir insana ne olduğunu umursamamak terketmek olgusu var.

Bu toplantıdan iki gün sonra Gaziantep ‘teyiz, bu sefer 23 Nisan nedeni ile konu gençlik ve gençliğin sorunları. Sadece Gaziantep’ de -hani biz törelerimiz çok bağlıyızdır, ya ailemize sahibizdir, G.Antep’de küçücük bir yer, orada insanı komşusu bile bakar değil mi, -1500’ün üzerinde sokak çocuğu saptanmış evi, yurdu olmayan, sokaklarda ve mezarlıkta yatıp kalkan. Hani şu Asya ülkeleri, kaplanlar vardı. Bizim de aslanlarımız var biliyorsunuz, Anadolu aslanları ama Asya kaplanlarının kağıttan olduğu anlaşıldı, bizim aslanlarımızın sınaması bile yapılmadı henüz, ama kağıttan olduklarının belgesi, Türkiye’de yaşanan bu ihracat patlaması, en modern sanayileşme dediğimiz olayın klasik anlamda insana ait hiçbir veriyi gözetiyor olmaması. Yeni sanayii bölgesi, en modern teknoloji nerede, nerede Türkiye’nin en bereketli toprağı varsa, Trakya’da, Bursa’da, Eskişehir toprak bakımından biraz daha tartışmaya açık, Çukurova’da en modern teknoloji ihracat patlaması yapıyor, kapısından sendika girmemiş -Trakya’dakilerin yarıdan fazlası kaçak işçi -Bulgar göçmeni - hiçbir çevre önlemi alma gereğini duymaksızın atığını olduğu gibi boşaltıyor, o tarlaları sulayan dereler doğrudan doğruya zehirleniyor.

Bu en çok kredi alan ve Dünya Bankası ile yeni düzenin bize empoze ettiği KOBİ’ler, Anadolu kaplanları’nda durum daha trajik, çalışanların çoğunluğu çocuklar. Çalışma saati ortalaması, İstanbul ve Ankara’daki KOBİ’lerde bile, İstanbul’da % 0, Ankara’da % 1,5 Asgari ücretin yarısı ücretli 8 saat çalışanı, gerisi 10 saat, 12 saat. Hem çocuk, hem yarı ücret, hem de çalışma saati 10-12 saat. Nereye gidiyoruz? Çağdaş kölelik hiç sonu yok bunun.
Ve bu çağdaş köleliğin diğer boyutu, intiharlar. Güney Kore’de en son krizden sonra günde 60 kişi intihar ediyor. Güney Kore mucizesinin bir başka boyutuna bakıyorsunuz, diktatörlerde, sandık demokrasisi sonucu seçilenlerin de hiçbiri anormal bir rüşvetten yakalanmamışsa, iktidardan düşmüyor. Ve anormal rüşveti veren mekanizmanın, Güney Kore mucizesini yaratırken ki çıkarlarında ucuz işçiliğin yüksek kârın hesabı vardı. Birinci aşamada ve bu hesabı diktatörlere yaptırdılar. Ama yetmedi, dünya sermayesi yine sıkıştı, İkinci aşamada, diyor ki bu yetmez, artık devletin denetiminden çıkacak, tamamen benim denetimime geçecek. Kendi denetimime geçirmek için seni iflas ettiriyorum. Çünkü oradaki ucuz işçilik ve ucuz maliyet batı dünyasının tekellerinin çıkarlarını zedelemeye başladı. Evet MAI bu, bence MAI, bu yeni tıkanıklıkta nefes alma modeli, kendine yeni kurallar ve önlemler getiriyor.

Açmazımız şu. Biz bu ideolojiye çok uzun zamandır teslim olduk. Yavaş yavaş teslim olduk. Demokrasi ve insan hakları ile ilgili tüm kavramlarımız deforme ede ede teslim olduk.
Gazeteciliğe başladığım ilk yıllarda, 1967’de rakamları toplayıp, çıkarmıştım, üniversite muhabiriydim, üniversite kapısında 10000 öğrenci açıkta kalacak diyen bir sürmanşet hazırlamıştık. Az daha Bakan istifa etmek zorunda kalıyordu. Şimdi artık 10.000’lerden bahsetmiyoruz. Milyon artı 200, 300, 500 binlere doğru gidiyor rakamlar. Ezilmeyi böylesine boyutlu kabul etme ve kendimizi örgütlü zannedip, örgütsüzlüğe teslim olma süreci yaşıyoruz. Siyasi partilerimiz var. Adları sol, sağ her ne olursa olsun toplumun partileri değil.

Bu sadece bizim için değil, kendi koşulları içersinde ABD için de İngiltere için de geçerli, Meksika için bizden daha kötü, Endonezya için bizden daha kötü. Ve öyle bir boyuta gelmiş ki olay, artık insan sömürüsünün üretim ile ilgisi yok. Çünkü Endonezya’daki 2500 kadın işçinin 2-5 yıl çalışıp; 6.500.000 çift Nike ayakkabı üreterek aldıkları ücret, Michel Jordon’ın ismini kullanmak üzere kendisine ödenen reklam ücretine eşit. Bu, markayı bizim beynimize, kazımak, aynı kalitedeki bir başka ayakkabı yerine, çocuğumuzun Jordan istiyorum diyerek tutturmasında bunun sağladığı sonuç, 2,5 kat fiyat farkıydı bu araştırmanın yapıldığı günde. Yani üretim, değer, kalite hiç bir şey yok marketing dediğimiz olayla bizim beynimizi satın alma, bizi yabancılaştırmada emeğin payı bu kadar komik, insanın değeri bu kadar uzaklarda. Şimdi insanın, bu insanlık dışı olaya karşı var zannedip, içini boşaltmış olduğu örgütlenmenin içini doldurması ve harekete geçmesi gerekiyor.
Anayasa ’nın ihlal edildiği gerekçesi ile insanları yıllarca hapiste çürüten bir devlet anlayışında, anayasayı her fırsatta ihlal eden devlet başkanları, başbakanlar. Az gelişmiş ülkelerin hepsinde bu tablo yaşanıyor, sadece Türkiye’de değil. Gelişmişlerde de bu tablo yaşanıyor. Onlar sadece oyunun kurallarına biraz daha fazla uyuyor. Bu oyunu bozmak için savaşım vermek gerekiyor. Ve konunun bizi ilgilendirmediği duygusundan uzaklaşmak gerekiyor. Yani bir köylü anayasayı tangır tungur etmekten içeri giriyor, giriyor ama anayasanın kendi yaşamındaki anlamını hiç bilmiyor. Çünkü onu ekmek gibi görmüyor. Ekmeği ile MAI arasındaki ilişkiyi kurmak zorundayız.

Birleşik Metal İş Sendikası’nın çatısı altında,sendikanın geçmişi Maden İş ile ilgili bir anımı aktararak bitirmek istiyorum. Rahmetli Orhan Apaydın ağabeyimiz gazeteye geldi, Şükran dedi bu DGM olayı çok ciddi bir olay, Sendikacılar bunun ne kadar ciddi olduğunu bilmiyorlar. Onlar öğrenirse toplum da öğrenir. Senden rica ediyorum. Aracı ol dedi. Ben aracı oldum. Gazetede bir Açık Oturum düzenledik, rahmetli Kemal Türkler geldi. DGM açık oturumu yapıldı. Tabii iyimi yaptık, kötümü bilemiyorum işçiler DGM’nin kendileri için ne demek olduğunu öğrendiler, DGM’ye karşı o dönemde savaşım verdiler. Hatta DGM’yi ezdik sıra MESS’de diyerek bir adım daha ileriye gittiler. Ama MESS’i ezemediler, onlar ezildiler.
Olay, bir şeyin bizim yaşamımızdaki yerini öğrenmekle ilgili. Çernobil, radyasyon olayının ardından, Türkiye’ye bir gizli bulut geldiğini ve çayımızda çok yüksek radyasyon olduğunu  Almanya’da belgelerle araştırıp bildirdiğimiz zaman, Evren ve Özal halkın karşısında çay içtiler. Onlar bunu yapmadan önce haber gazete yayımlanacak, çok gizli tutuyoruz, dizgici arkadaşlardan biri geldi, son derece öfkeli bir şekilde bana "iyi halt etti abla, daha önce benim fındık mahsulüm içinde radyasyonlu demiştin, fındıklarım elimde kaldı. Sana inat, afiyetle çocuk çocuk yiyiyoruz." dedi.
Ben de ona "Allah cezanı versin, sen istediğin kadar yer, çocuklarına yedirme" dedim. Arkasından Erdal Atabek ile Cumhuriyet’ de radyasyonlu çayı içirmeme karar aldık. Bütün devrimci arkadaşlarımız, yazarlarımız, karikatüristlerimiz ellerinde pankartlarla "Çay içme özgürlüğümüzü istiyoruz" diye yürüyorlardı önümüzde. Komşu kahveden de çayları içiyorlardı. Şimdi yaşamımızda riski görmedikten sonra, radyasyonu biz anlayıp; algılamadıktan sonra bizi daha çoook zehirlerler. Çok daha geriye götürürler. Geriye gitmenin sonu yok.
Teşekkür ederim.

Başa Dön


 

birmet@ibm.net