MAI’yi ilk duyduğumda, bunun başımıza ciddi bir bela
olacağını sezgilerimle anlamaya çalıştım. Ondan sonra dinlemeye ve izlemeye
çalıştım sonra da öğrendim ki, o bizim adını yeni duyduğumuz olayla, başkaları
-ki buna bizim Devletimiz mensupları da dahil- yıllarca ilgilenmiş, uğraşmış,
üzerinde çalışıp, düşünce üretmişler, o ortaklığın içine girmenin
koşullarını yaratmışlar, dünya düzeyinde de pek farklı bir şey olmamış, dünya
kamuoyunda da ağırlıklı olarak, içinde siyasal partiler ve sendikal hareketin de yer
aldığı sivil toplum MAI’yi sonradan öğrenmeye başlamış.
Oradan öğrenilip; çıkarlar açısından tepki yeni ortaya çıktığı içindir ki,
yarın imzalanması gerekirken, ertelendi, tartışmaları başladı ama iş yıllar
öncesinden kotarılmış.
Şimdi ben işçi gözü ile MAI den ne anladığımla
ilgili önce fıkramsı bir olay aktarmak istiyorum. 12 Eylül sürecinde bir köylü
arkadaşımız tutuklu yatıyor, yanında siyasiler var, bilinen ünlü aydınlar, herkes
suçu ile ilgili bir şey konuşuyor, sonra akıllarına geliyor ve susan köylü
arkadaşa "sen niye buradasın" diye soruyorlar. "Valla bilmem ki
şey" diyor köylü arkadaşımız. "Ben anayasayı tangır tungur
etmişim".
Şimdi MAI den benim anladığım, vatandaşımız anayasayı tangır-tungur
ettiğinden içeri girecek ama anayasayı savunmak ve ayakta tutmakla görevli Devletin en
yetkili kişileri, sadece bizim ülkemiz için değil, söz konusu tüm ülkeler için
anayasayı tangır-tungur edecekler. Neyin adına? Dünyanın en güçlü sermayesinin,
paranın çıkarları adına. Zaten bu ediliyordu, buna ne gerek var diyeceksiniz. Bununla
ilgili olarak da bazı satır aralarını göreceğiz yine. Burada, bir uluslararası
sendikacılık toplantısı vardı, Antalya’daydık sanıyorum. Avrupa Sendikacılık
hareketinin bütün önemli liderleri o toplantıdaydılar. O gün radyo haberlerinde, iki
Almanya’nın birleşeceği, Doğu Bloğunun yıkılacağının sinyallerini veren bir
gelişme oldu. Batı Sendikacılık hareketinin mensupları olmaları ve bu tip bir
gelişmeyi de arzu ediyor olmaları nedeni ile kendilerine 2-3 cümle ile bu gelişmeyi
aktardım. Hepsi birden, aralarında anlaşmış gibi "Eyvah" dediler. Ne oldu
dedim, siz bunu istemiyor muydunuz?
"Biz bunu, uzun süreç içinde istiyorduk ama, buna hazırlıklı değildik,
başımıza gelecekleri bilmiyoruz" dediler.
Yine bir başka anımı aktarayım. Buradaki Sendikacı
arkadaşlar bunu biliyorlar. Enzo Frizo gelmişti Avrupa Sendikal Hareketinin Genel
Sekreteri olarak, İstanbul’da DİSK adına bir Konferans da konuşuyordu. Konu
özelleştirmeye geldi ve dedi ki "Biz özelleştirmenin, işçi sınıfı için
işsizlik, yoksullaşma olduğunu öğrenene kadar, ideolojik bombardıman öylesine
egemen oldu ki, uygulama aldı yürüdü arkasından önlem almaya çalışıyoruz".
Daha sonra hatırlayacaksınız, Enzo Frizo, Sendikacılığın ayıplarından kendi
adına utanç duyduğu için, görevinden istifa etti. Şimdi, insanlık, küreselleşme
ile ilgili, insanlara ne getirdiği ve toplumdan yana bir geri kalış süreci yaşıyor.
Ülkemizde de dünyada da sendikacılık hareketi, siyasal
hareket ve sivil toplum hareketi insanlığa bedeli çok ağır olan bu, küreselleşme ve
yeni dünya düzeni -yeni dünya sömürü düzeni aslında- sadece çok uluslu tekelleri
ve paranın çıkarları adına yeni hareket ve ilişki ağları içinde insanlığa
getirilenlerin sonuçlarını çok ağır bedelleri ile gördükten sonra konu konu
uyanıyor. Ve aslında yaşanmakta olan sorunlar ve bu yeni MAI dediğimiz olayda, bizim
karşı duruşumuzdan değil, insanlığın karşı durabilmesinden değil, -insanlık
darmadağın çünkü- kendi içinde, kendi çıkmazlarından kaynaklanan yeni aşılar,
yeni dopingler yaşıyor.
Doğu bloğu parçalandıktan sonra, zaten ideolojik anlamda ve toplumsal tepki olarak
savunmaya gerek kalmadı, Devleti küçültelim, sosyal devletin aracı olan kamudan
vazgeçelim, hatta o kadar ileri gidelim ki- özellikle az gelişmiş ülkelere dayatma
haline geldi Dünya Bankası reçeteleri, IMF reçeteleri, ne demek sosyal devlet, ne
demek sosyal güvenlik sistemi, ne demek kamu hizmeti, eğitimi her şey paralı, her şey
satılık olsun, düzen çıkarlarına uyduğu kadarı ile düzenin devamının
önlemlerini alsın. Fakat düzen kendi içinde bazı çıkmazlara giriyor.
Şimdi "MAI nereden geldi" sorusu ile ilgili,
benim kişisel bazı sezgilerim var. Dünya Bankasının Türkiye’de TÜSİAD ile
birlikte bir toplantısı oldu. Daha çok Sosyal Kapital ile ilgili bir gündemi vardı
toplantının. Fakat sosyal kapital derken bizim daha önceden bildiğimiz sosyal devlet
anlaşılmasın -ondan çok farklı bir şey, -ben orada öğrendim, daha önce
bilmiyordum, meğer bu, yeni dünya sömürü düzenindeki büyük sermayenin,
işçiliği bütün dünya düzeyinde ucuzlattıktan sonra, hani bize mucize olarak
gösterdikleri işte Güney Kore’si, Endonezya’sı modellerini yarattıktan sonra yeni
çıkmazları varmış. Yeni çıkmaz daha da ucuz işçilik,daha da çok kâr -ki
hocamız da belirtti dünya sermayesinin akışkanlığında bir duraksama var, beklenen
hareket ve beklenen gelişme olmuyor- bir iç kriz söz konusu olmuş. Nedeni ile ilgili
bir ipucu yakaladım o toplantıda, meğerse üretimdeki sermayenin işçiliğe ödediği
bedel, önemsizleşmiş, emek çok ucuzlamış ama emeği ucuzlatmak kârlılığı bir
noktadan sonra bir anlamda tıkamış çünkü rüşvete verilen para, maliyet emeğe
verilenin 2 katına filan ulaşıyormuş. Üstelik, -ister gelişmiş, ister az
gelişmiş, diktatörlükle yönetilen kısacası her yere uzanmış bu rüşvet ve
yolsuzlukların kolları, düzen yaratmış bunu- o kadar çok rüşvet vermek zorunda
kalıyorlar ki, bir de riskleri var, istikrar yok, sandık demokrasilerinde iktidarlar
düşebiliyor birden bire, bu hükümetlerin halkın yüzde kaç oyu ile geldiği önemli
değil. Hükümetin istikrarlı olması önemli, yani verilen rüşvetin boşa gitmemesi
önemli.
Rüşvet derken, illâ parasal rüşvet olması gerekmiyor. Yani düzene verilen
rüşvetin istikrarlı olması gerekiyor. İktidar gidiyor, darbeler oluyor, Cuntalar
gelip-gidiyor, ya da biliyorsunuz mesela Rusya’da Başkan kızıyor, "Başbakanı
azlettim" diyebiliyor. O Başbakanla bağlantılı olarak yapılmış, tüm
uluslararası tekel menfaat anlaşmaları havada kalıyor. Düşünün bir kere, bir ÇUŞ
Petrol Boru Hattı anlaşması doğrultusunda bir yatırım yapmış. Evet sermaye şimdi
de rüşvete karşı örgütleniyor. Dünya Sermayesi, rüşvete karşı OECD gibi bir
örgüt kurdu, ve sonunda amaçları, rüşvete yaptıkları yatırımların boşa
gitmemesi. Bunun önlemleri ile ilgili, Dünya Bankası uzmanları projeler
geliştiriyorlar.
Bu konuda çok komik örnekler var. Mesela "sadece
siyasi iktidarı satın almakla kalmayın, bütün ülkenin ne kadar örgütü varsa
hepsini satın alın, bir tür ortaklıklarla" diyen formüller var. Sosyal Kapital
işte bu oluyor. İşte şimdi de dünya düzeyindeki bir hukuk sistemi ile, bütün
ülkelerin anayasalarının tangır-tungur ederek, bu ülkelere gelecek sermayenin ki, bu
sermayede MAI de gördüğümüz kadarı ile rant olarak gelen para da var. Bu paranın da
güvencesini bağlayalım. Yani sistem zaten işliyor, zaten var, ama mevcut riskleri daha
aza indirelim.
Benim düşüncem bu. İşçi boyutundan anlayabildiğim bu. Gerisi madde madde
tartışılması ve tabii çok daha iyi bilinmesi gerekiyor ama burada bizim sorunumuz, ne
yapacağız. Çünkü bu, bir tek olayda değil, her olayda yaşanıyor ve temel sorun
dünyadaki bu düzenin- ki bugünkü sömürü düzeni geçmiştekinden çok daha
acımasızdır. Silah zoruyla değil, doğrudan doğruya beynimizi satın alarak
insanlıktan yana olan örgütlenmeleri, insanların çıkarlarına yabancılaştırarak,
sendikaların, siyasi partilerin ideolojilerin işini bitirerek yapıyor bunu. Ve medyatik
çağ dediğimiz olayda, düzen çarkının, doğrudan doğruya bu düzenin adına hizmet
eden bir çarka dönüşmüş olması.
Ne demek istediğimi somutlaştırayım isterseniz. İngiltere’de Teatcher’ın
iktidara gelişi ile, Murdac’ın tekelleşmesi aynı tarihe rastlıyor. Ve Murdac
grevlerinde -İngiltere basını Teatcher ile Murdac’ı miki ve fare olarak çiziyordu
ve bu iki ismin karikatürlerde yan yana gelişi bir rastlandı değildi, hatta zaman
zaman birini erkek, diğerini de kadın şeklinde domuz sevgililer olarak da
yansıtıyorlardı- bu iki taraf, ortaklaşa bir düzeni yarattılar. Ne yaptılar,
İngiltere’de sosyal devleti -belki şu anda bize göre halâ çok ilerde ama- korkunç
oranda geriye götürdüler. İngiliz Sendikacılık hareketinin yüzyılların
kazanımını çok önemli ölçüde geri götürdüler. Sendikalı işçi sayısını
yarı yarıya düşürdüler, sadece birkaç yıl içinde. Bu korkunç bir püskürtmedir,
korkunç bir ideolojik yabancılaştırmadır.
Şimdilere dönüyoruz, yine aldanmayalım, ne oluyor
İngiltere’de tekrar sol parti iktidara geldi. Batıda solun zaferi falan diye
söylemler var. Aynı şey Almanya’da gündemde, ama biraz deştiğiniz zaman -burada
yine bir toplantıdaydık birlikte, yine Sendikacılık hareketinin Genel Sekreteri
vardı, Friedrich Ebert’in bir toplantısında, kendisi kara mizah benzeri bir söz
etmişti "Ben bugün buradayım, yarın İngiltere’ye döndüğümde benim
Sosyalist başkanımın ne kadar sağa kaymış olacağını bilemiyorum." -durumu
görebiliyorsunuz.
STD’ nin kurultayından haberleri gören arkadaşlarımız vardır, bugün STD’
nin programı, vakti zamanındaki sağ partilerin programlarından belki çok daha sağda
(ideolojik anlamda). Kısaca bir "Teslim olma süreci" yaşıyoruz. Akıl almaz
bir insanlık sömürüsüne karşı, insanlığın bütün, yaşamın her alanında bu
bir kaos’ mudur. Hayır bu bir sosyolojik olaydır. Fransız Devrimi kendi içinde
devrimdi. Ama Fransız Devriminin arkasından müthiş bir işçi sınıfı sömürüsü
olayı yaşandı. Ondan sonra Marksizm gelişti, sendikalar çıktı, sol partiler
çıktı,sosyal devlet kavramı gelişti, şimdi dünya ölçeğinde, hem de sanal
sömürünün de içine girdiği çok daha büyük ve insanı kendine
yabancılaştırarak ve çok kolay yoldan bir sömürü olayı yaşanıyor.
Bunun boyutlarıyla ilgili birkaç örnek vermek
istiyorum. Uluslararası Çalışma Örgütü ILO’da, 80’li yıllarda biz giderken,
hani Türkiye’nin demokrasiye dönüşümü için mücadele verirken,
sığındığımız, sarıldığımız ILO sözleşmeleri. Bugün ILO, bizim o zaman
demokrasi adına işçi haklarına sığındığımız sözleşmelerini savunmaktan
vazgeçmiş gibi bir şey. Yani bu söylem yine yapılıyor ama, pratikte vazgeçmiş
görünüyor. Çünkü bu sözleşmelerin geçerli olduğu, yararlanabilen işçi sayısı
dünyada komik düzeyde kaldı. Dünyada üretenlerin, emeği ile geçinenlerin
çoğu kayıt dışı ekonomide, akıl almaz bir sömürü biçiminde gelişti her şey.
Hafta içinde Türkiye’de iki tane toplantı oldu.
Birisi Ankara’da ve İşçi Sağlığı-İş Güvenliği konusundaydı. El insaf, yani o
kadar kısa bir zamanda 70’li yıllarda falan Türkiye’de İşçi Sağlığı-İş
Güvenliğinin önemini anlatmaya çalışan bir sendikacılık hareketi ve toplu
pazarlık haklarından yararlanan ve Türkiye’deki İşçi Sağlığı-İş Güvenliği
düzenlemelerinin ne kadar kötü olduğunu algılamaya başlayan bir işçi sınıfı
vardı. Meslek hastalıkları hastaneleri yeni kurulmaya başlamıştı. Aydınların
çabaları, doktorların yardımları ile kurşun zehirlenmesi veya diğer kimyasalların
zararlarını yeni yeni öğrenmeye başlamıştık. Birileri daha yeni yeni çevre
zararlarını anlatır olmuştu. Kısaca Türkiye’de bir kıpırdanma vardı.
Doktorlarımızın çabası ile seminer düzenlendi ve gördük ki artık öyle bir sorun
yok Türkiye’de. Çünkü böyle bir gündem yok. Çok daha yüksek oranlarda, daha
tehlikeli boyutlarda zehirlenmeler oluyor, çok daha ağır koşullarda çalışıyor
Türkiye İşçi Sınıfı, çok daha fazla çocuk çalıştırılıyor, çok daha fazla
meslek hastalığı var ama meslek hastalığı kaydı bile yok. Bir insana ne olduğunu
umursamamak terketmek olgusu var.
Bu toplantıdan iki gün sonra Gaziantep ‘teyiz, bu
sefer 23 Nisan nedeni ile konu gençlik ve gençliğin sorunları. Sadece Gaziantep’ de
-hani biz törelerimiz çok bağlıyızdır, ya ailemize sahibizdir, G.Antep’de
küçücük bir yer, orada insanı komşusu bile bakar değil mi, -1500’ün üzerinde
sokak çocuğu saptanmış evi, yurdu olmayan, sokaklarda ve mezarlıkta yatıp kalkan.
Hani şu Asya ülkeleri, kaplanlar vardı. Bizim de aslanlarımız var biliyorsunuz,
Anadolu aslanları ama Asya kaplanlarının kağıttan olduğu anlaşıldı, bizim
aslanlarımızın sınaması bile yapılmadı henüz, ama kağıttan olduklarının
belgesi, Türkiye’de yaşanan bu ihracat patlaması, en modern sanayileşme dediğimiz
olayın klasik anlamda insana ait hiçbir veriyi gözetiyor olmaması. Yeni sanayii
bölgesi, en modern teknoloji nerede, nerede Türkiye’nin en bereketli toprağı varsa,
Trakya’da, Bursa’da, Eskişehir toprak bakımından biraz daha tartışmaya açık,
Çukurova’da en modern teknoloji ihracat patlaması yapıyor, kapısından sendika
girmemiş -Trakya’dakilerin yarıdan fazlası kaçak işçi -Bulgar göçmeni - hiçbir
çevre önlemi alma gereğini duymaksızın atığını olduğu gibi boşaltıyor, o
tarlaları sulayan dereler doğrudan doğruya zehirleniyor.
Bu en çok kredi alan ve Dünya Bankası ile yeni düzenin
bize empoze ettiği KOBİ’ler, Anadolu kaplanları’nda durum daha trajik,
çalışanların çoğunluğu çocuklar. Çalışma saati ortalaması, İstanbul ve
Ankara’daki KOBİ’lerde bile, İstanbul’da % 0, Ankara’da % 1,5 Asgari ücretin
yarısı ücretli 8 saat çalışanı, gerisi 10 saat, 12 saat. Hem çocuk, hem yarı
ücret, hem de çalışma saati 10-12 saat. Nereye gidiyoruz? Çağdaş kölelik hiç sonu
yok bunun.
Ve bu çağdaş köleliğin diğer boyutu, intiharlar. Güney Kore’de en son krizden
sonra günde 60 kişi intihar ediyor. Güney Kore mucizesinin bir başka boyutuna
bakıyorsunuz, diktatörlerde, sandık demokrasisi sonucu seçilenlerin de hiçbiri
anormal bir rüşvetten yakalanmamışsa, iktidardan düşmüyor. Ve anormal rüşveti
veren mekanizmanın, Güney Kore mucizesini yaratırken ki çıkarlarında ucuz
işçiliğin yüksek kârın hesabı vardı. Birinci aşamada ve bu hesabı diktatörlere
yaptırdılar. Ama yetmedi, dünya sermayesi yine sıkıştı, İkinci aşamada, diyor ki
bu yetmez, artık devletin denetiminden çıkacak, tamamen benim denetimime geçecek.
Kendi denetimime geçirmek için seni iflas ettiriyorum. Çünkü oradaki ucuz işçilik
ve ucuz maliyet batı dünyasının tekellerinin çıkarlarını zedelemeye başladı.
Evet MAI bu, bence MAI, bu yeni tıkanıklıkta nefes alma modeli, kendine yeni kurallar
ve önlemler getiriyor.
Açmazımız şu. Biz bu ideolojiye çok uzun zamandır
teslim olduk. Yavaş yavaş teslim olduk. Demokrasi ve insan hakları ile ilgili tüm
kavramlarımız deforme ede ede teslim olduk.
Gazeteciliğe başladığım ilk yıllarda, 1967’de rakamları toplayıp,
çıkarmıştım, üniversite muhabiriydim, üniversite kapısında 10000 öğrenci
açıkta kalacak diyen bir sürmanşet hazırlamıştık. Az daha Bakan istifa etmek
zorunda kalıyordu. Şimdi artık 10.000’lerden bahsetmiyoruz. Milyon artı 200, 300,
500 binlere doğru gidiyor rakamlar. Ezilmeyi böylesine boyutlu kabul etme ve kendimizi
örgütlü zannedip, örgütsüzlüğe teslim olma süreci yaşıyoruz. Siyasi
partilerimiz var. Adları sol, sağ her ne olursa olsun toplumun partileri değil.
Bu sadece bizim için değil, kendi koşulları içersinde
ABD için de İngiltere için de geçerli, Meksika için bizden daha kötü, Endonezya
için bizden daha kötü. Ve öyle bir boyuta gelmiş ki olay, artık insan
sömürüsünün üretim ile ilgisi yok. Çünkü Endonezya’daki 2500 kadın işçinin
2-5 yıl çalışıp; 6.500.000 çift Nike ayakkabı üreterek aldıkları ücret, Michel
Jordon’ın ismini kullanmak üzere kendisine ödenen reklam ücretine eşit. Bu,
markayı bizim beynimize, kazımak, aynı kalitedeki bir başka ayakkabı yerine,
çocuğumuzun Jordan istiyorum diyerek tutturmasında bunun sağladığı sonuç, 2,5 kat
fiyat farkıydı bu araştırmanın yapıldığı günde. Yani üretim, değer, kalite
hiç bir şey yok marketing dediğimiz olayla bizim beynimizi satın alma, bizi
yabancılaştırmada emeğin payı bu kadar komik, insanın değeri bu kadar uzaklarda.
Şimdi insanın, bu insanlık dışı olaya karşı var zannedip, içini boşaltmış
olduğu örgütlenmenin içini doldurması ve harekete geçmesi gerekiyor.
Anayasa ’nın ihlal edildiği gerekçesi ile insanları yıllarca hapiste çürüten bir
devlet anlayışında, anayasayı her fırsatta ihlal eden devlet başkanları,
başbakanlar. Az gelişmiş ülkelerin hepsinde bu tablo yaşanıyor, sadece Türkiye’de
değil. Gelişmişlerde de bu tablo yaşanıyor. Onlar sadece oyunun kurallarına biraz
daha fazla uyuyor. Bu oyunu bozmak için savaşım vermek gerekiyor. Ve konunun bizi
ilgilendirmediği duygusundan uzaklaşmak gerekiyor. Yani bir köylü anayasayı tangır
tungur etmekten içeri giriyor, giriyor ama anayasanın kendi yaşamındaki anlamını
hiç bilmiyor. Çünkü onu ekmek gibi görmüyor. Ekmeği ile MAI arasındaki ilişkiyi
kurmak zorundayız.
Birleşik Metal İş Sendikası’nın çatısı
altında,sendikanın geçmişi Maden İş ile ilgili bir anımı aktararak bitirmek
istiyorum. Rahmetli Orhan Apaydın ağabeyimiz gazeteye geldi, Şükran dedi bu DGM olayı
çok ciddi bir olay, Sendikacılar bunun ne kadar ciddi olduğunu bilmiyorlar. Onlar
öğrenirse toplum da öğrenir. Senden rica ediyorum. Aracı ol dedi. Ben aracı oldum.
Gazetede bir Açık Oturum düzenledik, rahmetli Kemal Türkler geldi. DGM açık oturumu
yapıldı. Tabii iyimi yaptık, kötümü bilemiyorum işçiler DGM’nin kendileri için
ne demek olduğunu öğrendiler, DGM’ye karşı o dönemde savaşım verdiler. Hatta
DGM’yi ezdik sıra MESS’de diyerek bir adım daha ileriye gittiler. Ama MESS’i
ezemediler, onlar ezildiler.
Olay, bir şeyin bizim yaşamımızdaki yerini öğrenmekle ilgili. Çernobil, radyasyon
olayının ardından, Türkiye’ye bir gizli bulut geldiğini ve çayımızda çok
yüksek radyasyon olduğunu Almanya’da belgelerle araştırıp bildirdiğimiz
zaman, Evren ve Özal halkın karşısında çay içtiler. Onlar bunu yapmadan önce haber
gazete yayımlanacak, çok gizli tutuyoruz, dizgici arkadaşlardan biri geldi, son derece
öfkeli bir şekilde bana "iyi halt etti abla, daha önce benim fındık mahsulüm
içinde radyasyonlu demiştin, fındıklarım elimde kaldı. Sana inat, afiyetle çocuk
çocuk yiyiyoruz." dedi.
Ben de ona "Allah cezanı versin, sen istediğin kadar yer, çocuklarına
yedirme" dedim. Arkasından Erdal Atabek ile Cumhuriyet’ de radyasyonlu çayı
içirmeme karar aldık. Bütün devrimci arkadaşlarımız, yazarlarımız,
karikatüristlerimiz ellerinde pankartlarla "Çay içme özgürlüğümüzü
istiyoruz" diye yürüyorlardı önümüzde. Komşu kahveden de çayları
içiyorlardı. Şimdi yaşamımızda riski görmedikten sonra, radyasyonu biz anlayıp;
algılamadıktan sonra bizi daha çoook zehirlerler. Çok daha geriye götürürler.
Geriye gitmenin sonu yok.
Teşekkür ederim.