Öncelikle kaynak tüketimi ya da doğal kaynak
kullanımına kısaca bir göz atalım. Yabancı yatırımcının, transnational,
ulusötesi veya uluslararası aşan yatırımcının herhangi bir pazara
"engelsiz" dalışını sağlamak, MAI’nin temel hedefidir.
Özellikle gelişmekte olan ülkelerde, yasalarla henüz yeterince emniyet altına
alınmamış, henüz tam olarak korunmamış, ekolojik olarak duyarlı ekonomik faaliyet
alanları-ki bunların başında ormanlar, balıkçılık, biyolojik çeşitlilik ve
madenler gelir-büyük bir tehlike altına girecektir. Yani bir başka deyişle, ev sahibi
ülkedeki yasal boşluklardan yararlanılarak, yağmur ormanları, belki satın alınacak,
kiralanacak, tıraşlanacak, göller ve sahil şeritleri, gelişmiş teknolojilerin
yardımı ile insafsız bir balıkçılık faaliyetinin hedefi olacak.
Burada şunu da belirtmek istiyorum. Ormanlar yalnızca
Sibirya’da Batı Kanada’da ve Brezilya’da yok, Türkiye’de de ormanlarımız var.
Ve bir zamanlar, şimdi olduğundan çok daha fazla vardı, bilenlerimiz mutlaka vardır.
Türkiye’de kurulu Orman Bakanlığının ilk nüvesini ne oluşturur? 1800’lerin
ortasında Osmanlı-Rus savaşında Osmanlı ile müttefik olan İngilizlerin savaşın
kaybedilmesi sonrasında, daha önce yaptığı yatırımları savaş tazminatı olarak
Osmanlı’dan geri istemesi, Hazinede para olmayınca da, "ormanlarımız var"
diye hedef göstermesi kesilen tomrukların sayımı için bir Genel Müdürlük
oluşturulmuş ve bugünkü Orman Bakanlığının ilk çekirdeğini de, bu Genel
Müdürlük oluşturmuştur. Yani orman kesme, ve tomruk sayma işlemi gibi. Bugünkü
Orman Bakanını da tenzih etmek istiyorum, kendisi yakın zamanlarda Orman Bakanlığı
görevine getirilmiş, en iyi Bakan olduğunu belirtmek isterim. Bir de bizim balık
çiftçiliğine elverişli uzun sahil şeridimizi düşünün, hani Gökova körfezini
Çupra çiftlikleri sarıyor diye yakınıyoruz, ya da somon çiftlikleri kurulacak, Çok
Uluslu Şirketler (ÇUŞ); bu verimli suları bu anlamda keşfettiği zaman, her halde
denizde adım atacak yer bulamaz bir duruma geleceğiz.
Biyolojik çeşitlilikten söz ettim, özellikle
bitkisel gen kaynaklarının süratle tüketilmesi burada söz konusu. Kardelenlerimizin
köklerinden sökülüp, çuvallarla nasıl yurtdışına kaçırıldığını bilirsiniz.
3000 endemik türün yaşadığı bu coğrafya parçasında, Anadolu’da Dünya
Farma-Kimya Endüstrisinin ağzını sulandıran o kadar çok hammadde var ki, işte
bunların yine insafsızca toplanıp, sökülüp, köklerinin kurutulması ve bu genlerin
tümüyle yok edilmesi tehlikesine açık hale geleceğiz. Dünyanın başka ülkelerinde
de olacağı gibi.
Madenler konusuna, zaten özellikle ve ayrıca değineceğim. Bütün bunlar
yapılırken, ev sahibi ülkeye tazminat ödenmesi tabii ki söz konusu olmayacaktır.
Evet, ulus ötesi sermaye tecavüz ve su istimalini tamamlayıp, doğal kaynakları
tükettikten sonra "pardon" bile demeden çekip gidecektir. Kendine yeni,
sömüreceği dünya parçaları arayacaktır. Bazı ülkelerde arazi satın alımı ve
doğal kaynak kullanımı konusunda ecnebi temalara getirilmiş olan yasal kısıtlamalar
ya hemen kaldırılacak ya da MAİ bünyesinde, o ülkeye özgü istisnalar olarak
tahammül görecektir. Ancak bu tür kısıtlamalar, anlaşma metninin imzalanmasından
itibaren, MAI’nin "go back" "geri etkili" prensibine göre, sürekli
bir neo liberalleştirme baskısı altına alınacaktır.
Madenlere de kısa bir giriş yapmak istiyorum. Yeraltı
zenginliklerinin talan edilmesi girişimlerine örnekler henüz MAI’nin, T.C.
tarafından imzalanmasının söz konusu olmasından önce başlandı. Artvin çok
çarpıcı bir örnek. Artvin, Kafkasör’de Atilâ vadisinde Kanadalı Comunco şirketi
altın ve bakır üretmek istiyordu. Tesislerini bölgeye kurmaya başlamıştı bile,
Comunco’nun Artvin Kafkasör’deki ruhsat sahası 1700 hektar yeni 17 km. Bu sadece
Kafkasör’deki ruhsat alanının yüzölçümü, Artvin ilinin daha pek çok yöresinde
de ruhsat almış bulunuyorlar. İşte bu 17 km içersinde 770.100 ağaç mevcuttur.
Sadece maden alanı bünyesinde 250 hektarın istimlak edilmesi öngörülmektedir. Ve bu
250 hektar için de 200-250.000 ladin ağacın kesilmesi gerekmektedir. İşte ne
getirecek, ne götürecek derken, "istimlak bedeli orman bakanlığına ödense
bile" ancak tomruk bedeli olarak ödenir.
Oysa bir ağacın fonksiyonel bedeli, tomruk değerinin 2000 katıdır. İşte o
değer ebediyen yok olup, gidecektir. Böyle bir ağaç kesiminin kereste bedeli bile
milyonlarca dolar tutacaktır. Ve o madencilik faaliyeti bu ülkeye ne bırakır, bunu
ayrıca tartışacağız. Şimdi ikinci maddeyi inceleyelim. Çevre standartlarının
yükseltilmesine engel olunması. Alınması düşülen, neo liberalleştirme önlemleri,
sonucunda, yatırım yeri olma konusunda ortaya çıkacak uluslararası rekabet, pek çok
ülkenin Hükümetini yatırım engellerini ortadan kaldırmaya yöneltecektir. Yani ÇUS
gelecek diyecek ki benim elimde 100 milyon dolar var, bunu yatıracağım, kim ister?
Talip olursunuz der ki, "Bir dakika, senin çevre yasan çok katı, olmaz" önce
bu yasanı düzelt, sonra gel. Bu bütün ülkelerin tüm standartlarını, sosyal, işçi
hakları, iş hukuku v.b. konular açısından olduğu gibi, Çevre kanunları
açısından da en alt düzeye itecektir, tepesine vura vura, bastıra bastıra. O sermaye
böyle bir gücü kendin de buluyor, eğer fırsat verilirse bu gücü kendinde bulma
konusunda haklı olacağını düşünüyorum.
Bu uyum sağlama ya da cazip görünme yarışı,
sosyal ve iş hukukuna ilişkin, normların yanı sıra özellikle çevre politikalarını
vuracaktır. Cazipleşme rekabeti, tüm çevresel normların düşürülmesini, mevcut
kanunların gevşetilmesini, yönetmeliklerin işlemez hale getirilmesini,
laçkalaşmasını da hiç şüphesiz beraberinde getirecektir. Çevre koruma düzeyi
zaten düşük olan pek çok ülkede, MAI’nin uzun vadedeki etkileri mutlaka daha
ağır, daha acı olarak hissedilecektir. Yatırım hedefi olarak cazibesini korumak ve
arttırmak amacı ile pek çok ülkede Hükümetler, çevre standartlarını yükseltici
uluslararası sözleşmelere imza koymaktan kaçınacaklar, Rio sözleşmesine imza
koyduk, Japonya’da son yapılan sözleşme halâ imzaya açık duruyor, Madrid’deki
vardı ve daha başkaları da olacak, ama böyle bir durumda artık hükümetlerin bu
anlaşmalara imza koymaları için bir hayli yürekli olmaları gerekecek. Bu acıklı
eğilim MAI bünyesindeki "stand still" prensibi ile yani kımıldamadan durma,
değişiklik yapmama prensibi ile daha da körüklenecektir. Çünkü söz konusu prensip,
MAI ile uyumlu olmayan herhangi bir yasanın çıkartılmasını yasaklamaktadır.
3.maddeye gelelim. Mevcut çevre yasalarına ne olacak? Yabancı yatırımcı şirket ile
ev sahibi devlet arasında ortaya çıkacak anlaşmazlıkların, uluslararası tahkime
götürülecek olması yatırımcıların eline öyle bir silah veriyor ki, onunla
sevimsiz buldukları her türlü çevre yasasını hiç tereddüt etmeden kurşuna
dizebilirler. Bu olasılığın kuvvetlendiren 2 tanım var MAI’de. Bu tanımların ne
dediği tam olarak anlaşılamamakla birlikte ne kadar kötüye kullanılabileceklerini
anlamak çok kolay.
Bunlardan bir "De facto diserimination" yani
"Fiili ayırımcılık" veya olumsuz ayrımcılık, ayrıcalık, diğeri
ise dolaylı kamulaştırma ya da dolaylı istimlak denilen şey. Örneğin yatırımcı
şirket, faaliyet gösterdiği ülkede, yeni çıkarılan bir çevre yasası nedeni ile
rahatsızlık duyarsa, ev sahibi ülkeye ayrımcılık veya namüsaitleştirme
nedeni ile tazminat davası açabilecektir. Aynı şekilde devletin koyabileceği herhangi
bir çevresel önlem, örneğin "atık su yönetmeliğinde kirlilik oranın
düşürülmesi" zorunluluğu gibi, yabancı yatırımcının kâr beklentisini
azaltıyorsa, işte böyle bir resmi düzenleme yabancı şirket tarafından
"dolaylı kamulaştırma" ya da istimlak olarak nitelenecek ve bu şirketlere
devletten zarar telafi etme hakkı verilecektir. Böyle bir durum bir tahmin ya da bir
hayal ürünü değildir. OECD bünyesinde biçilmeye çalışılan MAI kaftanına manken
olarak seçilen ise NAFTA’dır. NAFTA bünyesinde şu anda bu tür davalar
yürümektedir. Bunlara ait 2 önemli örneği biraz sonra sunmaya çalışacağım. MAI
görüşmeleri sırasında, OECD ülkeleri çevreci STK’larının yoğun ve etkin
uyarıları sayesinde anlaşmaların taşıdığı ekolojik riskler konusunda daha
duyarlı bir tavır sergilemeye başlamışlardır. Daha doğrusu öyle görünme
zorunluluğu duymuşlardır. Sosyal ve iş hukuku ile ilgili görüşmelerin yanı sıra,
çevre politikaları da anlaşma metninin 3 ayrı yerine kancalanmaktadır. Buna "tri
ancor" prensibi denir.
Bu prensiple yabancı şirketlere çeşitli haklar tanınmakta olup; bu hakkın
şirketler tarafından nasıl kullanıldığını şimdi inceleyeceğiz. 1.örnek:
Amerikan Sermayeli Etil Corp ile Kanada Hükümeti arasındaki kavga. 1997 Nisanında,
Kanada Parlamentosu, benzine katkı maddesi olarak kullanılan FMT adlı maddenin
ithalatını ve nakliyatını yasaklar, bu karara gerekçe olarak "ağır sağlık
riskleri taşıması"nı gösterir. Kanada’da bu maddeyi üreten tek firma ABD’li
Etil Corp. dır. Etil Corp. NAFTA tahkim kuruluna başvurarak Kanada Hükümetinden 251
milyar dolarlık tazminat talep eder. Gerekçesi ise; FMT yasağının - firmaya ait
tesislerin değerini, gelecekteki cirosunu, düşüreceğinden - bir çeşit
kamulaştırma olduğu şeklindedir. Ve bu potansiyel zarar, NAFTA kuralları gereğince,
Kanada Hükümeti tarafından maddi olarak telafi edilmelidir.
2.örnek: Bu da 1998’nin Ocak ayında, yine
ABD’li bir atık tüccarı Metal Corp. ile Meksika Hükümeti arasında ortaya çıkan
bir anlaşmazlık. Bu sözünü ettiğim uluslararası atık tüccarı şirket, bir
Meksika Eyalati olan St.Louis Potosi’de Federal Hük. mahkemeye verilmiş, sebebi de
şu: firma birçok imha tesisi, ya da "zararlı atık bertaraf etme istasyonu"
kurmak istiyor, ancak St.Louis Patos Üniversitesi bir jeolojik bilirkişi raporu
yayımlıyor. Eyalet Hük. Bu raporu esas alarak diyor ki "Burada bunu
yapmayın" Raporda şu söyleniyor "Bölgede yaşayan pek çok insanın içme
suyunun, bu tesis nedeni ile kirlenme riski yükselecektir." Üniversitenin bu
raporuna riayet eden yerel hükümet tesise izin vermek istemiyor, ama tesis faaliyetini
durdurmuyor. Daha doğrusu firma, tesisi kurmakta direniyor. Bunun üzerine eyalet valisi,
firmanın bulunduğu alanı "doğal koruma bölgesi" ilan ediyor, suyun
zehirlenmesini önlemek için, işte bu karar, ABD’li şirketi mahkemeye gitmeye
zorluyor. Ve şirket, 90 milyon dolar tazminat talep ediyor yerel hükümetten. Çünkü
"Bu bir kamulaştırmadır" diyor. 90 milyon dolar ilginç bir rakam, o bölgede
oturan Meksikalı ailelerin tümünün yıllık gelirinden daha yüksek.
Türkiye’de Mai kokusu henüz duyulmamışken,
ülkemizde yaptırılması düşünülen altın madenciliği çerçevesinde, çok uluslu
altın tekellerine tanınan kayırma, kıyak, peşkeş, imtiyaz ve izinlerin bir tür
2.Sevr anlaşması olduğunu söylemiştir. Güney yarım küredeki altın madenciliği
artık yeterince kâr getirmiyor, çünkü madenler derine kaçtı. Yüzyıldır
siyanürlü yöntemle oralarda faaliyet gösteren çok uluslu altıncılar, çok uluslu
kimyasal madenciler, kuzey yarı küreye geldiler ve kendilerine uygun bir ülke
aradılar, bu kendilerine uygun ülkede tabii altın olacak bu (bir), ikincisi ise, orada
hukuk gerektiğinde göz ardı edilebilecek, ayaklar altına alınabilecek ve hukukun
üstünlüğü yerine "Keyfilik" hüküm sürebilecek. Ve Demokrasi ve insan
hakları da pek öyle ciddiye alınmayacak. Evet, bu kriterlere en uygun bizi buldular ve
ilk olarak da bizim kapımıza dayandılar. İşte 1988 yılında ilk altın çıkartma
başvurusu Tüprag firması tarafından yapıldı. Tüprag, Turkish Proisae’ın kısa
adıdır. Tüprag çok uluslu bir Alman şirketidir ve çok sayıda yabancı ortağı
bulunmaktadır. Bu alman şirketi Türkiye’ye de gelmiş, isminin önüne hemen bir
"Turkish" ibaresi eklemiş ve Havran küçükdere’de Türkiye’de ilk altın
arama ve çıkartma başvurusunu yapmıştır. Pek çok ruhsatı aldı, ama o günkü
çevre bakanından gerekli izni alamadı. Ancak ülkeyi de terk etmedi. Halâ Ankara’da
oturmakta, turizmciliğe de soyunmakta, örneğin bu şirket Almanya’da Avrupa’nın en
büyük Turizm Şti. olan TUI’yi satın aldı. Ve şimdi de uçak filoları satın
almakta. Turizm ile ne alakası var derseniz, Ege’ye doğru şöyle bir bakmakta yara
var.
2.Başvuru da Euro Gold firması tarafından
Bergama’da yapıldı, her şey yoluna kondu, her şey güllük gülistanlık giderken
birileri tuttu dedi ki, "bir dakika kardeşim, bunu burada yapamazsın"
yapardın yapamazdın derken olay mahkemelik oldu. Hukuksal sürecini uzun uzun
anlatmaya gerek yok, Danıştay, İzmir I.İdare Mahkemesinin Bergamalıların açtığı
"Yürütmeyi Durdurma" davasını reddetme kararını bozdu. Daha sonra 1.İdare
Mahkemesi, Danıştayın oy birliği ile verdiği karara, oy birliği ile uydu ve Çevre
Bakanımız, Çevre Bakanlığı lehine alınan -bizim Çevre Bakanlarımız ilginç, tüm
Çevre Bakanlarımız Çevre lehine alınan kararları temyiz etme üstadı- bu kararı
temyize götürdü, fakat bu temyiz istemi, Danıştay 6.Dairesi tarafından yine oy
birliği ile reddedildi. Danıştay 6.Dairesi özetle şu kararı verdi. "İktisadi
yaşam hakkının önünde yaşam hakkı gelir." Özeti bu. Ve "Siyanürle
altın madenciliği yapmanın, hiç bir kamusal yararı yoktur." Biliyorsunuz,
ülkemizde Danıştay kararları siyasi sorumluluk yüklenilerek - Bakanlar kurulu
tarafından askıya alınabilmektedir. Yani uygulanmamakta veya uygulanması
geciktirilebilmektedir. Bunun örneğini Termik Santrallardan biliyorsunuz. Ancak,
Bakanlar Kurulunun gerekçesi "Kamu Yararı açısından"dır. Oysa, Danıştay
6.Dairesinin verdiği bu kararda "Hiç bir kamusal yararın bulunmadığı"
belirtilmektedir. Türkiye’nin değil, dünyanın hangi ülkesindeki Bakanlar Kurulu
gelirse gelsin, bu gerekçe ile iptal edilmiş bir izni, kamu yararına askıya alma
şansına artık sahip değildir. "Bergama da deniz bitti".
Bu çok uluslu şirketlerin yıllık ciroları, pek çok ülkenin GSMH’sından
daha büyüktür. Örneğin General Motor’un (G.M) yıllık cirosu, Türkiye’nin
GSMH’sından fazladır. Nestle’nin yıllık cirosu Mısır’ın GSMH’sından
fazladır.
Bu arada bu tür karşılaştırmalar yapılırken, hep yerleşik ulus ötesi
şirketler örnek verilir. Altın madenciliğine soyunmuş ÇUŞ’ların çok önemli bir
özelliği var: Bunlar, dünyadaki "floating capital" "Yüzer
Sermaye"nin temsilcileri, bunlar göçebe. Nerede ne varsa söküp, 5-10 yıl
içersinde alıp gidiyorlar. Sermayelerini büyütüyorlar, gidip onu başka bir yerde
yatırıyorlar yine büyütüyorlar, yine büyütüyorlar. Gittikleri ülkeye hiçbir şey
bırakmamışlardır. Çünkü Güney Yarı Kürede 100 yıldır siyanürlü yöntemle,
benim Yüksek mahkemem tarafından reddedilen siyanürlü yöntemle-altın çıkarttılar.
Güney yarı kürede 30 ülke var. Topraklarında, yine bu şirketlerce altın
çıkartılmış, ama hala sürünmekte olan ülkeler bunlar. Papua, Yeni Gine Fiji,
Fildişi sahili, Mali, Zimbabwe, Zambia, Zaire, Kolombiya, Şili, Uruguay bu ülkelerin
hiç biri altın madeninden nasbini alamamıştır. Onlara kalan bu işin zehridir. Şimdi
ne olacak?
Altın madenciliği ile ilgili çok önemli bir
nokta daha var. Altın madenleri işçi istihdamı bakımından en küçük
işletmelerdir. Bir altın madeni, inşaat kısmı bittikten sonra yani tesisin kuruluş
aşaması bittikten sonra, 80-100 kişi ile çalıştırılır. Ve özellikle, bu
şirketlerin yapacağı yerli istihdam yeraltında çalışacak bir kaç işçi -çünkü
makinalı çalışılır- bir de bekçi, çaycı v.b. istihdamdır ki bu da ortamla
50’yi geçmez.
Türkiye’de 580 ayrı bölge için arama ruhsatı verilmiş durumdadır. Ruhsat
sahalarının her biri 100 km ki, toplam 58000 km toprak eder ve bu 58000 km’lik
istimlak yetkisi verilmiş toprak - ki bu yetki Tapu mülkiyet hakkından daha
değerlidir. -Türkiye’nin yüzölçümünün 13.5’ta birine eşit bir toprak
büyüklüğüdür. Hiç kimseye sormadan, böyle II.Sevr anlamasını imzalamaya hiç bir
siyasinin veya bürokratın hakkı yoktur. Demek ki MAI’nin hazırlıkları ve
provaları Türkiye’de uzunca bir zamandır yapılıyor. Az önce sözünü ettiğim
Tüprag Şti. izin alamadı, faaliyetini durdurdu, beklemeye yattı fakat geçtiğimiz
Ağustos ayında, bir yabancı dergide yayınları çıktı. 38 mil ruhsat alanımız var
diyorlar, tam 100 km eder ve 2000 yılında kontak anahtarını çeviriyoruz diyorlar.
Henüz hiçbir ruhsatları yok, kimden ne garanti aldılar ki böyle bir yayın
yapabiliyorlar. Artvin’deki Comunco Şti, geçtiğimiz hafta, 2000 yılına kadar
bekleyeceğini söyledi. İnayet buyuruyorlar. Bu 2000 yılında ne var acaba. Yarın Euro
Gold’da 2000 yılına kadar, centilmenlik örneği gösterip, faaliyetlerimi durdurdum
diyebilir, kimse şaşırmasın.
Euro Gold Şti.’nin İzmir valisine gönderdiği
bir yazı var. 18 Şubat tarihli bu mektup çok ibret verici. Mektup, şu meşhur,
siyanürü kaçak olarak kullandıkları test çalışmaları ile ilgili. Valilikten izin
bile almıyor. "Sistemi test etmek için çalışma yapmak zorundayım. Bilgilerinizi
rica ediyorum." Yani bu bir dilekçe değil, bu bir talep de değil, yapacağız diye
bir ihbar dayatma. 25 Şubat tarihli yazılarında ise, yine İzmir valiliğini,
faaliyetlerini durduğu için adeta suçlayan bir ifade var. Bir de Çevre Bakanı Sayın
İ.Aykut’a gönderdikleri bir yazıları var. Bu yazıda çok ilginç bir ifade yer
alıyor. "Türk madenciliğinin geleceğini temsil eden, projemize verdiğiniz
yürekten katkıyı taktir ve şükranla karşılıyoruz." Sanki Çevre Bakanına
değil de maden Bakanına yazılıyormuş gibi ve de, inanılmaz bir şey o katkı, o
destek niye veriliyor bir Çevre Bakanı tarafından. Tüm bu iltifatlardan sonra bir de
şöyle bir şey var. "Bir kaç gün çalışmamaya elbet katlanabiliriz, ama bu
aleyhinize olur sizin, çünkü bize yaptığınız bu uygulamayı gören diğer yabancı
sermaye ülkenize gelmeyecektir." diyor. Yani kendileri, kendi ülkelerinde bile
sevilmeyen bu sömürgen, yeraltı kaynaklarını gerçekten acımadan tahrip eden bu
şirketler, kendilerini tüm dünyadaki yabancı sermayenin de temsilcisi gibi gösterip;
adeta onların mümessilliğine soyunup; bir de aba altından sopa gösteriyorlar. Aba
altından da değil, doğrudan doğruya sopa sallıyorlar.
Ve Çevre Bakanına söyledikleri önemli bir şey daha var. "Biz eğer bu yasaklama
devam ederse önlem almak zorunda kalacağız." Çok ciddi bir tehdit. Ne
yapabilirler dersiniz. Türkiye’nin daha önce imzaladığı uluslararası sözleşmeler
çerçevesinde, bu WTO olabilir, GATT olabilir, MIGA olabilir her neyse onlar üzerinden
olsa olsa tazminat davası açabilirler Türkiye’ye. Ancak, bizim devletimizi temsilen
bu girişimlere icazet vermiş olan Bakanlarımız siyasilerimiz ve bürokratlarımız
sanmasınlar ki o tazminatı şakır şakır ödeme hakkına sahiptirler. Çünkü ben
vergi veren vatandaşım. Bu hatayı yaparken bana hiç sormadılar, o tazminatları
kolayca ödeyip; sıyrılamayacaklar bu işin içinden. Vergilerinizin bu şekilde Çar
çur edilmesine izin veremezsiniz.
Yine devlet şunu bilmelidir ki, böyle bir dava ile karşılaştıklarında, biz
her zaman devletin yanındayız. Devlet biziz çünkü, ben devletin memuruyum. Ve bilgim,
görgümü, enerjimi devletimi savunmak için elbette seferber ederim.
Teşekkürler.