Ben, mümkün olduğunca hukuki bir çerçevede kalarak,
MAI’nin nasıl bir hukuk anlayışı ile hazırlandığını kısaca belirtmeye
çalışacağım. MAI’yi kısaca tanımlamak gerekirse, çokuluslu şirketlerin, ulus
devletleri karşısındaki hak ve yetkilerini düzenleyen bir sözleşme olduğunu
söyleyebiliriz. Sürekli değişmekle birlikte, şu anda kaba hatları ile ortada olan
taslak üzerinde konuşacağım.
MAI de tanımlanan yatırımlar, bugüne kadar gerek
ulusal, gerekse uluslararası sözleşmelerdeki yatırım tanımının ötesinde ve
oldukça geniş kapsamlı. Yatırımın kuruluş aşaması, işletmesi, yönetilmesi,
sonradan elde edilecek karın transferi dahil, her türlü hususu kapsayacak bir tanım
yapılmış MAI’de. Böylesi bir tanımlamanın yapılış amacı da, genel olarak MAI
nin özüne uygun bir şekilde, MAI dışında bir husus bırakmamaya çalışmak.
Bunun dışında, belki de anlaşmanın en önemli
hükmü, "ulusal işlem" ilkesi, bu ilke gereğince ulus devletler, yabancı
yatırımlara, kendi yatırımcılarına uyguladıklarından daha az elverişli olmayan
bir işlem uygulayacaklar ve bu "ulusal işlem" ilkesi, MAI’nin hemen hemen
bütün hükümleri içersinde yer alıyor ve tüm hükümler bu ilke çerçevesinde
değerlendiriliyor. Bunun içerisinde, yatırımcının ve yatırımcı tarafından
seçilen kilit personelin yatırım yapılacak ülkeye serbestçe girişi, çalışması
ve yatırımcının yatırımı karşılığında bir takım şartları yerine getirmesi
için zorlanamaması da bulunuyor. Bu sonuncusu bizim ülkemize biraz yabancı bir kavram,
1980’den bu yana iktidarda bulunan hükümetlerin teslimiyetçi ve iktidarsız
tutumları dolayısıyla, bizde böyle şartların tesisi zaten söz konusu değil, oysa
bugün dünyanın pek çok yerinde yabancı sermaye yatırım yapacağı zaman bir takım
şartları yerine getirmek zorunda. Mesela yatırım yaptığı ülkeye belli bir
teknoloji getirmek, istihdama belli oranda katkıda bulunmak, belli sayıda insana eğitim
vermek, yatırımdan elde edilen karın belli bir bölümünü yatırımın yapıldığı
ülkede kullanmak gibi, yabancı sermayenin faydalı olabileceği belki de tek yol olan bu
konularda taahhütlerde bulunması istenebiliyor. MAI, bu şartların hiçbirisinin talep
edilemeyeceği, yani yatırımcıya yatırımı ile ilgili hiç bir şartın
getirilemeyeceği bir anlaşma.
Anlaşmadaki "özelleştirme" başlığı
altında, bu konuda da ulusal işlem ilkesinin geçerli olduğu belirtilmekte. Yani
özelleştirme işlemlerinde, yabancı yatırımcılar aleyhine hiç bir kısıtlamanın
yapılamayacağı öngörülmekte.
Yatırım teşvikleri konusunda da yerli ve yabancı yatırım ayırımı yapılmaması ve
farklı uygulamaların öngörülmemesi kuralı getirilmekte.
MAI’de yatırımcıların korunması için düzenlenmiş bir hükme göre, yabancı
yatırımcılara karşı makul olmayan ve ayırımcı önlemlerin alınması da
yasaklanmakta. Yatırım sonrası elde edilen karın transferinde kesinlikle yatırım
yapılan devletin herhangi bir müdahalesi olmamakta. Ve belki de hukuki anlamdaki en
önemli madde, anlaşmazlıkların çözümüne ilişkin hüküm. Burada daha önceki
uluslararası sözleşmelerden bir anlamda farklı olarak, bir çözüm mercii
öngörülmekte. Sorunlar önce taraflar grubuna iletilecek, arkasından da uluslararası
tahkim kuruluşlarına götürülmesi gerekecek. Burada bir hatırlatma yapmak istiyorum.
Şu anda uluslararası yargı kuruluşu olarak sayılabilecek tek organ, Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesidir. Bunun dışında uluslararası yargı diye bir tanımlama yapmak
mümkün değildir. Dolayısıyla bu tür ticari anlaşmazlıkların çözüm yeri de
uluslararası yargı değildir. Yargı çok ciddi bir yapılandırma gerektirir.
Nasıl bir ulusal mahkemenin çok ciddi kuralları ve zorunlulukları varsa, uluslararası
yargı da böyle bir şeydir. Bunun dışındaki tahkim kuruluşları bu anlamda yargı
organı sayılamaz. Burada da uluslararası yargı anlamında düzenlenmiş bir kuruluş
yoktur.
Anlaşmanın kaba hatları bu şekilde. Burada, hukuki
anlamda değerlendirilmesi gereken, bence mevcut anayasamız çerçevesinde,
"Egemenlik hakkı kayıtsız, şartsız milletindir" ibaresidir. Ve dünyadaki
bütün ulus devletlerin kökeninde yatan da işte bu egemenlik anlayışıdır. Egemenlik
anlayışı, belli bir coğrafya, belli bir toprak üzerinde yaşayan insanların, bir
arada yaşamanın zorunlu kıldığı bir düzenleme yapma ihtiyacından ortaya çıkmış
bir tanımdır. MAI ile, Devlet ve çok uluslu şirketler eşit durumda algılanmış. Ve
böylece ulusal devlet egemenlik yetkilerinden vazgeçmiş bulunuyor. Bence bu
anlaşmanın bütün özü bu. Ulusal devletin kapsamının da çok geniş tutulduğu
noktasından ele alınırsa- egemenlik yetkisinden çok uluslu şirketler lehine feragat
etmesi söz konusu olacak MAI ile. Oysa, böyle bir vazgeçebilme yetkisi, hiç bir
kuruluşa, hiç bir makama tanınmış bir yetki değildir.
Anayasanın 2. Maddesinde zikredilen Cumhuriyetin Niteliklerinde "T.C. nin insan
haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel
ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti" olduğu belirtilmiş.
Bunun dışında, 5. Maddede ise devletin temel amaç ve görevleri sayılıyor. 6. Madde
de Egemenliğin kayıtsız, şartsız milletin olduğu belirtiliyor. Anayasanın koyduğu
ilkelere göre, egemenlik yetkisinin de yetkili organlarca kullanılması ve bu yetkinin
hiç bir koşulda hiç bir kurum, kişi veya zümreye bırakılmasının mümkün
olmadığı anlaşılıyor.
Zaten, tüm ulus devlet anayasaları, egemenlik yetkisine dayandırılmaktadır.
Ve bu anlaşma ile kabul ettiği hükümlere göre, iktidar, halkın adına kullandığı
egemenlik yetkisinden, çok uluslu şirketler lehine vazgeçmiş olacaktır. Ve böylesine
bir vazgeçmenin hiç bir hukuki, yasal dayanağı da bulunmamaktır.
Düzenleme yetkisini kaybetmiş bir devlet, artık bir
anlamda hayalete dönüşmüş oluyor, ya da bugünlerde çok yaygın kullanılan bir
tabire göre "sanal bir devlet" haline dönüşüyor. İlk bakışta bir T.C.
Hükümeti var, var ama içinde hiç bir düzenleme yetkisi olmayan bir hükümet.
Burada sanallıktan gerçeğe dönüşme noktası da, bu tür işlemlere karşı çıkan
muhalefetin karşısına "Polis Devleti" ile çıkmak yoluyla mümkün
olabilecek bir şey. Bunun örnekleri zaten en yoğun haliyle görünüyor, yaşanıyor.
Devletin çok uluslu şirketler karşısında haklarından vazgeçmesi, egemenlik
yetkisini bir kenara bırakması bu anlamda, Anayasanın ortadan kalkmasını gerektiren
bir durum. Bunu, Anayasanın bir kaç maddesinin ihlali olarak görmek mümkün değil,
artık T.C. Anayasasının MAI sonrasında varlığını sürdürmesi olası değil.
Özellikle ekonomik alandaki egemenlik yetkisinin kaybedilmesi sonucunda, bir sürü
hüküm kendiliğinden geçersiz hale gelecektir.
Bunun dışında, yine önemle vurgulanması gereken ve cumhuriyetin ilkelerinden olan
sosyal devletin de açıkça ortadan kaldırılması söz konusu.
Sosyal devlet, yurttaşların maddi ve manevi ihtiyaçlarını karşılamak
doğrultusunda, ekonomiye müdahale etme hakkına sahip bir devlettir. Bu anlaşma ile
devlet, ekonomik alandan tamamıyla çekiliyor, çekilmek bir yana, tarafsız da kalmıyor
ve hiç bir düzenleme yapmama gibi bir olumsuz duruma geçiyor. Dolayısıyla Anayasanın
değiştirilemez nitelikteki sosyal devlet ilkesi tamamen kaldırılmış oluyor. Ve bunun
da hukuken mümkün olduğu kanısında değilim.
Anayasanın, özellikle ekonomik alandaki planlama, ulusal
sanayiinin güçlendirilmesi gibi ilkelerinde devletin sosyal devlet olmasından
kaynaklanan bir takım yetkiler öngörülmüş, devletin topluma karşı sorumluluk ve
yükümlülükleri belirlenmiştir. MAI ile, devletin artık bu yükümlülüklerini
yerine getirmesi söz konusu olamayacaktır.
MAI metninde sürekli olarak, sözleşmeci devletlerin neleri yapamayacağı, neler
konusunda yasaklandığı belirtilmişken, çok uluslu şirketlere atfen hiç bir
düzenlemenin yapılmaması da sözleşme ruhuna aykırı bir durumdur. Bir sözleşme
yapılırken, tüm tarafların hak ve yükümlülüklerinin belirlenmesi gerekir. MAI
incelendiğinde, devletin veya diğer etkenlerin yüzünden yabancı yatırımcının
zarar görmesi halinde tazminat ödenmesi yükümlülüğü öngörülmüş. Yada
yatırımcı şirkete itiraz hakkını kullanma yetkisi tanınmış, ancak çok uluslu
şirketlerin yatırım yaptıkları ülkede, verdikleri yada verecekleri zararların-ki
bunlar çok geniş olabilir. Örneğin yatırıma başladı ve çeşitli nedenler ile
sonradan vazgeçti. Mesela elektrik üretimi gibi vazgeçilemez bir kamu hizmeti de
olabilir bu yatırımcı şirketin vazgeçerek ülkeyi terk etmesinden hasıl olacak
zararın-telafi edilmesine ilişkin bir hüküm bulunmuyor MAI de.
Bunun da ötesinde, bir takım, sosyal haklar olarak
nitelendirebileceğimiz, insanların mücadeleleri ile kabul ettirilmiş ilkeler var,
sosyal devlet en geniş anlamda bunlardan birisi. Tekelleşme ve kartelleşmeyi de bunlar
arasında değerlendirebiliriz. Tüm bu sözleşmenin tarafını oluşturan çok uluslu
şirketler, bir anlamda dünya ölçeğinde bir tekel ve kartel niteliği taşırken ve bu
yapıların tüm zarar ve sakıncaları bilinirken, bu sözleşmede yine tekelleşme ve
kartelcilik konularına hiç bir engel getirilmemiş olması da başlı başına bir
sorundur. İtiraz mercii olarak yada sorunların çözümünde başvurulacak organ olarak,
taraflar grubu ve uluslararası tahkimin seçildiğini belirtmiştim. Sözleşmenin
incelenmesinde, yükümlülükler belirlenirken net tanımlamalar yerine, belirsiz bir
takım kavramlar kullanıldığı görülüyor, bunlar neler:
Yabancı yatırımcıya karşı makul olmayan tedbirlerin alınması yasaklanıyor. Ama,
eğer çok ciddi bir düzenleme yapmak durumundaysanız- hukukla ilgilenenler bilir- net
ifadeler kullanmak zorundasınızdır. Bunu yapmadığınız taktirde yoruma dayalı bir
sorun çözümü olacaktır ve bu yorumun da kimin tarafından yapıldığı çok
önemlidir. Burada şirket belli bir sebeple, bu üst kuruluşa gittiğinde, yorumu
yapacak olan, taraflar grubu veya uluslararası tahkim Kuruluşlarından birisidir. Dünya
Bankasının, NAFTA’nın, Birleşmiş Milletlerin bünyesinde oluşturulmuş bir
kuruluş. Şimdi bu tür kuruluşların kağıt üzerindeki durumlarından öte, fiili
olarak kimlerin egemenliğinde olduğu- zaten tartışılamaz. Ve bu yoruma açık
maddelerin de, zaten yeterince çok uluslu şirketler lehine düzenleme yapılmış- yine
çok uluslu şirketler lehine kullanılacağını düşünüyorum.
Örnek vermek gerekirse, bugüne kadar Türkiye’deki kamu kuruluşlarının
uluslararası tahkime giden uyuşmazlıklarında, daha Türkiye’nin kamu kuruluşunun
kazandığı tek bir olay bile yok. Tüm tahkim davaları sonuçları şirketler lehine
çıkıyor.
Devletin çok uluslu şirketler lehine egemenlik yetkisinden vazgeçmesi, tabii ki o
devletin mensubu olan bireylerin de çok uluslu şirketlerin denetimine girmesini
gerektirecektir.
Bunların sonucunda, bir kaç örnekleme ile MAI şu anda
geçerli olsaydı, neler olabileceğini anlamanıza yardımcı olmak istiyorum.
Euro Gold anlatıldı. Eğer Euro Gold MAI çerçevesinde işlem yapıyor olsaydı, izin
verilmemesi gibi bir şey söz konusu olamayacaktır. Olsaydı bile, ilk baştan
örneğin; bir yatırımcı "ben T.C. topraklarında bir yatırım yapmak
istiyorum" dedi. Ve T.C. Hükümeti buna izin vermedi. Böyle bir izin vermeme
bile MAI hükümlerine göre itiraza konu olabiliyor, ve çözüm merciine gidiliyor.
"sen niçin izin vermiyorsun" diye. Makul bir sebep göstermesi istenebiliyor
devletlerden. Yani bir hesap sorma anlayışı söz konusu olacaktır. Yada diyelim ki, bu
izin verildi, ama başka bir sebeple, örneğin yörede yaşayan yurttaşların karşı
çıkması ile durdu, bu sefer tazminata ilişkin hükümler devreye girecek ve çok
uluslu şirketler sanki yatırım yapmış gibi, yatırımının tazminatını isteme
hakkına sahip olacak.
Yada diyelim ki nükleer santral veya nükleer artıklar, belki yabancı yatırımcı -
biliyorsunuz nükleer atıkların nereye gömüleceği çok büyük bir sorun ve
halihazırda bu atıkları az gelişmiş ülkelere ve biraz gizli bir şekilde veriyorlar
- Türkiye’ye gelerek "ben bu atıkları depolamak için bir tesis kurmak
istiyorum" diyebilecek. Bu durumda, MAI sonrasında Türkiye’nin bu karşı çıkma
yetkisi de olmayacak. Çünkü, sözleşmede çevreye saygı adına yapılan bir iki atıf
var belki ama, ciddi anlamda bir şey yok. Ve bu yatırımcı şirket Türkiye’ye gelip
çok rahat bir şekilde atıklarını kara sularımıza veya herhangi bir yere gömme
yetkisine de sahip olacak.
Bunun dışında belki de bir amaç için, örneğin bir
nükleer santral kurmak için faaliyet yürüteceğini söyleyen bir, yabancı
yatırımcı, yatırımını yapabilecek ama siz orada, gerçekte ne yapıldığını
bilmeyeceksiniz. Çünkü bu şirketin yatırım yaptığı alan kendi toprağı
sayılıyor. Sizin o bölge üzerinde hiç bir denetim yetkiniz olmayacak, bunun
olmayışının sebebi de orada nükleer silah yapılıp, yapılmadığını veya nükleer
atıkların nereye gömüldüğünü, sulara karıştığını, toprağa
bırakıldığını öğrenmemeniz gerekiyor. Böyle bir denetim hakkı tanınmıyor MAI
ile.
MAI’nin en yakın örneği, şu anda bizde de uygulanan "serbest bölgeler".
Artık bu anlaşma ile tüm dünya, çok uluslu şirketler için bir serbest bölge haline
gelmiş olacak. Ve zaten şu anda yapılmakta olan işler dolayısıyla, T.C. örneğin
şu anda, bu konularda bu tip kuruluşları denetleme yetkisine sahip değilken ve bunun
için gerekli olan iradeyi de göstermiyorken bu anlaşma sonrasında denetim söz konusu
bile olmayacak ve artık tamamen çok uluslu şirketlerin inisiyatifinde bir yaşam
başlayacaktır.
MAI’nin uluslararası bir anlaşma olması ve ekonomik yaptırımlar getirmesi sebebi
ile, acaba insan haklarına ilişkin uluslararası anlaşmalar savunulurken böylesi bir
uluslararası anlaşmaya karşı çıkışı bir mantığı var mı? Şeklinde bir
değerlendirme yapılabilir. İnsan hakları konusunda, bizim anayasamızda devletin insan
haklarına saygılı bir kurum olması gerektiği zaten yazılırdı. Dolayısıyla insan
haklarına yönelik uluslararası anlaşmalar bizim yasal hukuk sistemimizin içinde olan
bir husus. Yalnız, bu MAİ ile getirilmek istenen şey "Egemenlik yetkisinin
devri" anlamına gelmektedir. Ve dolayısıyla Anayasa ve hukuk sistemimizin
tamamıyla dışında bir oluşum söz konusudur.
Bu açıdan bu iki uluslararası yaklaşım arasında bir
karşılaştırma yapmak veya bu konuda tereddüde düşmek mümkün değildir. Enerji
özelleştirmeleri ve bunlara karşı yürütülen mücadelelerin de MAI ile ilgili
boyutuna değinmek istiyorum.
Özelleştirme aleyhine açılan davalarda temel dayanaklar, anayasa mahkemesinin bir kaç
yasanın iptali doğrultusunda verdiği kararlardır. İşte bu kararlarda, stratejik
anlamdaki kamu hizmetlerinde özelleştirme yapılırsa, bu konuda yabancı
yatırımcılar aleyhine bir takım kısıtlamaların öngörülmesi gerektiği,
tekelleşme ve kartelleşmenin önlenmesi gerektiği gibi çok net bazı ilkeler var. Biz
açtığımız davalarda tüm bu ilkeler dayanarak savunma ve itirazlarda bulunabiliyoruz.
MAI ile birlikte, artık, kamu hizmetini- klasik anlamda bir idare hukuku söz konusu
olamayacağı için- savunmanın hiç bir yolu kalmayacak ve bir anlamda özelleştirmenin
tamamıyla kabul edilmesi gibi bir noktaya geliniyor.
Teşekkür ederim.
Katkı - İlhan Talınlı :
Sn. Candoğan çok güzel belirtti. Hatırlayacağınız gibi ben konuşmamda bütün
ülkeleri yadsıdım, ekosistemlerden bahsettim. 1932’de M. Kemal Atatürk Montreux
anlaşması için, Le Monde muhabirine şöyle demiştir. "Askeri güvenlik için
Türkiye’nin denetiminde olmalı bu iş." 4 yıl sonra 1936’da Atatürk şunu
gördü. Askeri güvenlik değil, gemiler büyüdü, devir değişti. O sırada, artık
askeri güvenlik den değil, "Çevrenin Güvenliği"nden bahsediyordu.
Onun 4 yılda gördüğünü, biz 75 yıldır göremiyorsak şayet Montreux anlaşmasını
tek bir argüman ile "Çevre Argümanı" ile bozabilirim. Ben bu boğazdan
geçeceğim dediği zaman, taşıyacağın yükün nükleer atık, taşıyacağın yükün
silah, taşıyacağın yükün ekosisteme zarar veren bir başka madde olmasına ben
Montreux anlaşması ile karar vermem, hukuk yapan insanoğlu, hukuk bozmayı da
bilebilmelidir.
Ben, bir yere altın madenciliği yapma amacı ile geldiklerinde onlara ekosistemimi
satmıyorum. Vermiyorum. Dolayısıyla bu MAI dayatmaları yada bunların hepsinin adı
"Emperyalizm" dir. Buna karşı koyacak tek argüman çevredir. Bu noktadan
hareket ettiğiniz zaman, onun karşısına Barselona sözleşmesini çıkartırsınız.
"Sen bu sözleşmeyi bana yaptın, ama bir yandan da MAI sözleşmesinin
hükümlerini uygulamaya çalışıyorsun" dersiniz.